Zulmet-Nûr Perdeleri

Yâ Gavs! Avamı halkettim, nûruma dayanamadılar, araya zulmet perdesini koydum. Havâssı yarattım, nûruma dayanamadılar, nûr perdelerini koydum.

 

Bu bölümde üzerinde durulması gerekli olan iki husus var ki, onları çok iyi anlamak gerekmektedir;

Zulmet perdeleri ve Nûr perdeleri.

Önce perde kelimesindeki mânâyı çok iyi anlamalıyız. Tamamıyla beş duyuya tâbi, gördüğüne göre hüküm veren, düşünce fonksiyonu çok zayıf yapıların kabul edebileceği cinsten bir maddi perdeden söz edilmiyor burada elbette ki!

Peki öyle ise “perde”den murat nedir?

“Perde”, perdeleme işlevini gören nesnedir. Yani bir şeyin görülmesine engel olmak için konulan herhangi bir tür örtü!

Madde olan bir şeyin örtüsü, perdesi de elbette ki maddidir. Ancak o şey maddi değilse, perdesi de elbette ki maddi bir şey olmaz.

Öyle ise Allâh’ın perdeleri nelerdir?

Öncelikle şunu çok iyi anlamalıyız. “Allâh’ın perdeleri” dendiği zaman bilinmelidir ki, bu perdeler Allâh’ın üzerinde değil, bizim basîretimizde mevcuttur. Yani, bu perdeler âfakî (dışta) değil, enfüsîdir!

Bizim anlayışımızı, kavrayışımızı, idrakımızı, tefekkür kabiliyetimizi kısıtlayan şeylerdir, bu perdeler. Asla bunların ötesinde bir perde düşünülmemelidir.

İşte bu perdeler esas olarak ikiye ayrılır:

1-) Zulmet perdeleri,

2-) Nûr perdeleri.

“Zulmet perdeleri”; Efâl âlemi içinde yer alıp; basîretimizin Hakk’ı görmesine engel olan her şeydir. Daha doğrusu, şeyi, şey olarak kabul etmemize yol açan beş duyumuzdur!

Aslında suç, beş duyumuzda da değildir; çünkü onlar, varlıktan örnek ve ibret almamız için oluşturulmuş, kesitsel algılama araçlarıdır.

Biz, eğer beynimizi düşünce yolunda hakkıyla kullanıp, kesitsel algılama araçlarımızın verdikleri doneler üzerinde yeterince düşünebilsek; bir süre sonra, çok daha geniş bir şekilde gerçekleri görmeye başlayabiliriz.

Zulmet perdelerinin en başta geleni, beynimizin, düşünce sistemimizin göz aracına tâbi olması ve bizim böyle bir yaşam şeklini tercih etmemizdir. Hep, “görüyoruz” veya “görmüyoruz” gibi bir hükümle, konulara yaklaşmaktayız ki, bundan daha büyük bir yanlış mevcut değildir.

Önce, düşünce kabiliyet ve kapasitemizi, “göz blokajından” ve kaydından kurtarmak mecburiyetindeyiz. Sonra da diğer organların verilerinin sınırlamalarından…

İşte bundan sonra beynimiz güçlü bir akılla, özgür bir biçimde kendisine ulaşan verileri değerlendirmeye başlayacak; böylece de, gördüklerinin ardındakileri, “basîretiyle” keskin bir şekilde, gerçekçi olarak değerlendirecektir.

Mesela, biz beş duyuya dayanarak her şeyin madde olduğunu savunabiliriz. Oysa tüm bilimsel veriler bize göstermektedir ki, gerçekte madde âlemi kabulü tamamen beş duyudan kaynaklanmaktadır. Var olan tümüyle, mânâ âlemi de denen, ışınsal evrendir! Atomaltı boyut, evrenin gerçek yapısıdır!

İşte beş duyunun verdiği madde kabulünü bir yana bırakıp, boyutsal idraklara yönelirsek; zulmet perdeleri yavaş yavaş basîretimizden kalkmaya başlar.

“Allâh’ım, bana eşyanın hakikatini göster.”

Şeklindeki Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın ettiği dua, hakikatte bize bir gerçeği vurgulamak gayesine yöneliktir.

“Eşyanın hakikati”; görüp bildiğim her şeyin hakikati demektir ki; bu da en dar görüşlü insanın bile anlayacağı şekilde, görülenin ardındaki gerçek demektir!

Nedir eşyanın ardındaki hakikat? Ki, biz ondan perdeliyiz!..

Eşyayı, zulmet perdeleri dolayısıyla görmekteyiz!

Zulmet perdelerinden kurtulunca, eşyanın ardındaki hakikati görürüz ki, o da, Allâh isimlerinin mânâlarıdır. Ki aynı zamanda işte bunlar da Nûr perdeleridir!

Eşya, yani Efâl âleminde bulunan her şey, Allâh’ın Esmâ ül Hüsnâ’sı diye bildiğimiz, özetle doksan dokuz isminin mânâlarının terkiplerinden ibarettir. O mânâlar, terkipler şeklinde algıladığımız veya algılayamadığımız şeyleri meydana getirir! Burayı iyi anlamak lazımdır, çünkü çok önemli bir anahtardır bu husus. Ki ancak bu anahtar ile eşyanın hakikati kavranabilir.

Allâh’ın ZÂT’ının perdesi ise “Esmâ”sıdır!

Akla gelen veya gelmeyen, insanın bildiği veya bilmediği her şey, Esmâ terkiplerinden meydana gelmiştir!

Esmâ (Allâh’ın isimleri), her şeyin aslı ve özüdür, ki aynı zamanda yüce Zât’ın da perdesidir!

Nûrdan perdeler diye işaret edilen de Allâh’ın bu Esmâ’sıdır!

Pek çok velî, Esmâ mertebesinde eşyanın hakikati olan isimlerin mânâları ile karşı karşıya kalınca, mutlak hakikati bulduklarını sanmış ve bununla yetinerek, Zât-ı ilâhî’yi Ahadiyeti ile bilememişlerdir.

İsmail Hakkı Bursevî merhum, ki Gavs-ı Zaman olarak bilinir; Ruh-ul Beyan isimli çok değerli Kur’ân-ı Kerîm tefsirini yazan zâttır. “Lüb-ül Lübb” şerhinde şu hadîs-î şerîfi nakleder:

“Cennetlik kimseler makâmlarına kavuştuklarında, Hak Teâlâ, AZAMET ve KİBRİYÂsını gizleyen PERDEYİ aralar ve;

Ben sizin yüceler yücesi Rabbinizim, buyurur.

Hakk’ın bu tecellisi onların garibine gider ve inkâr ederler...

Hâşâ ki sen bize Rab olasın, diyerek feryada başlarlar.

O anda tecelli üç defa değişir; her defasında onlar yine inkâr ederler.

Sonra Hak onlara;

Rabbinize dair aranızda bir işaret var mı? diye hitap eder.

Evet, var! cevabını hep bir ağızdan verirler.

Artık bundan sonradır ki, herkese, ZANNI, İTİKADI ve ANLAYIŞ KABİLİYETİ nispetinde tecelli olur.

Bu tecelli sonunda;

Sen yüceler yücesi Rabbimizsin! deyip kabul ederler.

Bu müşahede için şu hadîs-î şerîf vardır:

“Siz Rabbinizi mehtaba bakar gibi seyre dalacaksınız!”

Hâl böyle olmasına rağmen, EHLİ İRFAN, HAK Teâlâ’yı İLK TECELLİDE tasdik ederler.”

İsmail Hakkı merhumdan naklimiz bu kadar…

Yukarıdaki hadîs-î şerîfi bir kere daha çok dikkatli bir biçimde okursak görürüz ki, Allâh’ın “AZİYM” isminin işaret ettiği “Azamet”i ve de “Kibriyâ”Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın işaret buyurduğu üzere, “PERDE” olmaktadır! Yani, Esmâ perdesi. Yani, Nûr perdesi!

Ki varlık, mevcudat, hep bu isimler ile var olmuştur ve onlar ile yaşamlarına devam ederler. İsimlerin olmadığını düşünürsek, geride kalan yegâne şey “HİÇ” olur!

Zaten “Ahadiyeti” tarif eden en uygun kelime de “HİÇLİK”tir.

“Avam”, gördükleri kadar düşünen, bedenî zevk ve menfaatler peşinde koşan, önce kendisini düşünen insandır.

Böyle olunca da, bütün bu yaptıkları, meşgalesi kendisi için perde oluşturur. Ki bu perde de zulmet perdesidir!

Havâssa gelince...

“Havâss”, irfan sahibi olarak marifete ermeyi amaçlamış, gayesi ve hedefi Hak olmuş, bu yolda çalışmalar yapan kişilerdir. Bunlar da nûr perdeleri ardında kalmışlardır!

Her ikisinden öte, ender sayıda zevât da mevcuttur ki; onlar tüm perdelerden arınmış olarak, her an daimî seyr hâlindedirler; zâtıyla, vasfıyla, özellikleri ve güzellikleriyle TEK’i!

49 / 84

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Kitabı İndirebilirsiniz!