Bunun üzerine dağlar meleği de seslenip selâm verdi ve:
− Yâ Muhammed, Cibrîl’in söyledikleri hakikattir... Sen ne dilersen, ben emrine hazırım... (Ebu Kubays ve Kuaykıan denilen) şu iki dağın Mekkeliler üzerine (çökerek) kavuşmasını istersen emret!.. dedi.
Ben de:
− Ben isterim ki, Allâh, müşriklerin sülbünden (neslinden) yalnız Allâh’a ibadet eden ve Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmayan bir nesil meydana çıkarsın.”
Bu acıklı seyahat bir ay kadar sürdü...
Nihayet Efendimiz AleyhisSelâm Mekke’ye dönmeye karar buyurdu...
Bu kararını Zeyd’e açıkladığı zaman, Zeyd hayretle sordu, Efendimiz AleyhisSelâm’a:
− Yâ Rasûlullâh, onlar seni çıkarmışlar iken, içlerine şimdi nasıl gireceksin?..
Rasûlullâh AleyhisSelâm, Zeyd (r.a.)’a cevap verdi:
− Yâ Zeyd, Allâhû Teâlâ şu gördüğün sıkıntıyı nasıl olsa bertaraf edecektir... Bize elbette bir kurtuluş yolu açacaktır... Allâhû Teâlâ hiç şüphesiz ki dinini galip çıkartacak ve Rasûlüne yardım edecektir...
Bundan sonra Efendimiz AleyhisSelâm Mekke’nin yanı başındaki Hıra dağına uzandı...
Oraya geldiğinde Abdullah bin Ureykıt’ı buldu... Onunla, Mekke’nin nüfuzlu kişilerinden Ahnes bin Şurayk ile Süheyl bin Amri’ye haber gönderip, Risâlet vazifesi sırasında kendisini himaye edip etmeyeceğini sordurdu...
Ancak bu soruya karşılık olarak verilen cevap ise şöyle idi:
− Ben Mekkeliler arasına anlaşma yolundan girmiş bir kişi olduğum için, benim başka şahsı himayem altına alma yetkim yoktur...
Elbette ki, Ahnes ile Süheyl’in bu cevabında Kureyşli müşriklerden korkunun yeri büyüktü...
Bunun üzerine Efendimiz AleyhisSelâm Mekke’ye girebilmek için, Abdullah bin Ureykıt’ı bu defa da Mut’im bin Adiyy’e gönderdi...
− Mut’im bin Adiyy’e git ve ona, Muhammed; “Rabbimin bana verdiği risâlet vazifesini tebliğ edinceye kadar kendisini himayen altına alıp almayacağını soruyor” de, dedi...
Abdullah gene Mekke’ye gitti ve bu soruyu Mut’im bin Adiyy’e iletti...
Mut’im bin Adiyy’in bu soruya verdiği cevap şöyle oldu:
− Olur, gelsin, ben O’nu himayeme alırım... Vazifesine devam etsin!..
Bu kabulde, dine yakın olmaktan ziyade, büyüklüğünü göstermek duygusu rol alıyordu...
Mut’im bin Adiyy, doksan yaşını aşkın bir kimse idi... Ertesi gün silahlarını kuşandı, oğullarını ve kardeşlerinin oğullarını da kuşattı ve ne sebeple bu işe başvurduğunu açıkladı:
− Bilmiş olunuz ki, Muhammed’i ben himayem altına aldım!.. Artık kimse O’na dokunmayacaktır... Aksi hâlde karşısında bizi bulacaktır!..
Bundan sonra oğulları ve kardeş çocukları ile birlikte Efendimiz AleyhisSelâm’ı yanına alıp, Haremi Şerif’e girdi... Çocukları Kâbe’nin dört bir yanına dağıldılar...
O sırada Ebu Cehil göründü ve Mut’im bin Adiyy’e yaklaşarak:
− Yâ Mut’im, himayeci misin, yoksa tâbi mi?..
Mut’im durumu açıkladı gür sesle:
− Himayeciyim... Ey Kureyş topluluğu, bilmiş olunuz ki, Muhammed benim himayemdedir... Kimse O’nun kılına dokunamaz!..
Efendimiz AleyhisSelâm onuncu senede, Zilkade ayının yirmisi, Salı günü gene Mekke’ye girmiş ve yedi kere tavaf ederek, Allâhû Teâlâ’ya şükretmişti!..
Nitekim daha sonra da Efendimiz AleyhisSelâm bu hareketi daima hayırla yâd etmiş, hatta Bedir savaşından sonra, henüz daha o zaman müslüman olmamamış bulunan, Mut’im in oğlu Cübeyr’e:
− Eğer baban Mut’im bin Adiyy sağ olsaydı da, şu kokmuş herifleri bağışlamamı isteseydi; bunların hepsini ona bağışlardım!.. demişti.
Bundan az zaman sonra da Cübeyr müslüman olmuştur...