Yani hepimiz Allâh’ın Zâtî sıfatları ve esmâsının ihtiva ettiği özelliklerle varız.
Kurân’da ve Hz. Rasûlullâh tarafından Allâh’ın bu isimlerinin bize bildirilmesi, yukarıdaki–ötedeki bir tanrının özelliklerini bize tanıtmak için değil, kendi varlığımızı oluşturan bu özelliklerin, yani yapımızın hakikatinin, bilinebilmesi amacına yöneliktir.
Nitekim “Nefsini bilen Rabbini bilir!” hadisi bu gerçeğe işaret eder. Yani sen nefsindeki bu özellikleri ne kadar bilip tanıyabilirsen, o nispette de senin nefsinin, varlığın, kâinatın hakikati olan Allâh’ın özelliklerini bilebilirsin!
Ancak; Allâh’ı bu özellikleriyle ne kadar bilirsen bil, Zâtî yönünden de O’nu bilebilmek, düşünebilmek, tefekkür edebilmek, mümkün değildir!
Çünkü Zât’ının sonsuz ve sınırsızlığı, sınırlı ve sonlu idrak ve kavrayış sahibi varlıkların O’nun Zât’ını kavramasına olanak tanımaz!
Öyleyse biz hepimiz, O’nun varlığıyla, O’nun Esmâ’sının özellikleriyle meydana geldiğimize göre, gerçekte her birimiz O’nun tüm özellikleriyle aşikâr olduğuna göre, O’nun dilediği özellikleriyle aşikâr olduğuna göre, her birimiz O’nun halifesi olarak saygıya, sevgiye ve hürmete değer varlıklarız!
Öyleyse biz adı–rengi–cinsi–ırkı–dili–dini ne olursa olsun her bir insanı ve birimi sevmek ve saygı göstermek mecburiyetindeyiz!
Çünkü o ismin, o resmin, o rengin, o dilin, o dinin, o ırkın ardındaki varlık, Allâh’a ait varlıktır.
Yüz çevirdiğiniz, nefret ettiğiniz, beğenmediğiniz, hor hakir gördüğünüz varlık, neticede Allâh’ın vechine dayanan bir varlık olduğu için bu davranışınız Allâh’a uzanır gider.
“Secde”, sadece alnı toprağa koymak değil; varlıkta mutlak hakiki yegâne varlığın O olduğunu, ötelere atmadan idrak edebilmek ve her bir sûrette O’nun vechinin var olduğunu idrak edebilmektir!
Eğer biz bu idraka gelirsek; ne Arap’ı hor görürüz, ne Acem’i hor görürüz, ne Kürt’ü hor görürüz, ne Alevî’yi hor görürürüz, ne Sünni’yi hor görürüz, ne de herhangi bir birimi!
Öyleyse bizim için “Allâh’ın Halifesi olan İnsan” vardır. Ve hangi ırkta, hangi cinste, hangi dilde, dinde ortaya çıkarsa çıksın, biz onu sevip saymak, ona elimizden gelen saygı hürmeti göstermekle mükellefiz!
Aksi takdirde Allâh’tan ve gerçeklerden perdeli olarak şartlanmış gâfil bir birim olarak bu Dünya’dan geçer gideriz ki, bunun sonucu da ebediyen azap ve ızdırap içinde kalmaktır. Çünkü kendimizin hakikatinden mahrum kalmış, hakikatimizi tanıyamadığımız için de karşımızdakini değerlendirememiş ve böylece de gaflet içinde, yani bir diğer günümüz ifadesiyle, koza içinde –kozadan çıkamadan– bu Dünya’dan geçmiş oluruz.
Ya kozamızı delip kelebek olup uçacağız... Ya da kozayı delemeden kozayla birlikte kaynar kazanı boylayacak; ipek böceği misali, kelebek olamadan tırtıl olarak ipeğin içinde ateşi boylayacağız!
İpeğin içinde olup da onun dışına çıkamadan o kozayla birlikte ateşi, kaynar kazanı boylamak, herhâlde tırtıl için hoş bir şey olmasa gerek!