İnsanlar Uykudadır, Ölünce Uyanırlar!
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) onu da şöyle açıklıyor:
“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!”
Şimdi lütfen bu cümleye iyi dikkat edin...
Bu cümlede sınırlama, istisna yok!..
Bir cümleyi okuduğumuz ya da duyduğumuz zaman, önce kafamızdan şunu geçireceğiz... Bu cümle bir sınırlama getirmiş mi, getirmemiş mi?..
“İnsanlar uykudadır...” diyor!..
Beyazlar, zenciler, Araplar, Türkler gibi ırk ayırımı yapmıyor. Nerede, hangi ortamda, ne yaşamda, ne millette, ne kavimde olursa olsun, bütün insanlar uykudadır!.. Ancak, uyanma hükmünü neye bağlıyor?..
Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın açıklamasının devamı da şöyle:
“...ölünce uyanırlar”!..
Ayrıca bu konuyla ilgili şu açıklaması da var...
“Ölmeden evvel ölünüz”, ki uykudan uyanmış olasınız.
İki türlü ölüm var:
Birincisi, fiziki ölüm!.. Yani, senin iraden dışı olarak, beyin faaliyetinin durması sonucu, beden ve bu bedene bağlı olan her şeyin üzerindeki tasarrufunun kesilmesi...
Ölüm nedir?
Ölüm, tadılacak bir olaydır!
“Küllü nefsin zâlikatül mevt...”
“Her bilinç, ölümü (biyolojik bedensiz yaşamayı) tadacaktır!” (3.Âl-u İmran: 185) diyor Kur’ân...
Yani, “nefs”in “ölmesi” diye bir şey yoktur!.. “Nefs”in “ölümü tatması” olayı var!..
Senin o nefsim dediğin yapının, ölüp yok olması diye bir şey kesinlikle söz konusu değil!.. Dolayısıyla, bu “nefs” ölmüyor; ölüm denen olayı yaşayarak, tadarak yeni bir boyuta geçiyor!..
Beden ise kullanılmaz hâle gelerek çözülüyor!..
Beden kullanım dışı kaldığı zaman, bedendeyken sahip olduğun huylar da ortadan kalkıyor mu?
Hayır!..
Bilinç yani şuur, biyolojik bedendeyken hangi huyları ve değer yargılarını benimsedi ise onlarla yaşamına devam ediyor... Biyolojik bedeni olmasa da!.. Mikrodalga bedeni ve beyniyle!..
İşte, “nefs” yani bilinç, biyolojik bedenli yaşamında bunları benimsediği; ve ölümle boyut değiştirerek bunlardan kurtulamayacağı için; “ölmeden evvel ölmek” çaresini getiriyor Hz. Muhammed (aleyhisselâm)!..
Zira, normal ölümle ölürse kişi; o hâlinin sonuçlarını yaşamaktan başka yapabileceği bir şey yok ölüm sonrasında!..
“Uyku” nedir?..
“Uyku”; kişinin bilinçli olarak yaşamını yönlendirememesi hâlidir!..
Bilinçli davranışlar ortaya koyamaması hâlidir. Çevresini, bilincini ve ilmini dilediği gibi değerlendirememe hâlidir uyku!..
Eğer dünyada yaşarken “NEFS”ini tanıyamamışsan; bilincinin gerçek boyutunun değerlerini elde edememişsen; uyku hâli, kıyamete kadar sürer...
Kıyametten sonra da ebede kadar, sonsuza kadar uyku hâli, gaflet hâli, yani hakikati kavrayamama hâli devam eder!..
Sonuç, kişideki kendini şu birim olarak görme, hissetme hâli; onun uykuda oluşunun açık ispatıdır!..
Bu hâldeyken boyut değiştirirse kişi, ölümden sonra kıyamete kadar; ve daha sonraki sonsuz yaşamda dahi kişi, kendini bir birim olarak hissetme hâli olan uykulu yaşamına devam edecektir. Yani, “Hakikat”i bilemeden, hissedemeden, yaşayamadan, yaşamını sürdürecek...
“Ölmeden evvel ölünüz!..”
“Biyolojik bedenden ayrılmadan önce, algılama yetersizliğinden oluşan varsayım benliğinizin olmadığını idrak suretiyle boyut değiştiriniz”!..
Niye?..
Çünkü, “ölmeden önce ölmek” hâlini yaşayamadığın takdirde, biyolojik bedenden holografik dalga bedene geçişle problem çözülmez!.. Bu geçiş, senin “nefs”ini yani hakikatini tanımana yeterli olmaz!.. Hatta, bunun artık gerçekleşmesi olanaksız olarak sâbitler yapını!..
Çünkü, mikrodalga-holografik dalga beynin ancak dünyadaki çalışan beyninin kapasitesine sahiptir!..
Doğal şartlardaki yaşamınla ilgili olarak ne dedik?..
Bu dünyada neye bağlanmışsan, neyinin terki sana zor geliyorsa; bu, senin kendini, beden, huylar, şartlanmalar toplamı olarak kabul etmendendir!.. Bunun, kesin olarak başka bir izahı yok...
Neden kopamıyorsan, neye bağlıysan; senin kafanı ne meşgûl ediyorsa, neyi kaybetmenin ıstırabını çekiyorsan, bu çektiğin ıstırap, senin açık seçik, vehmi kişiliği yaşama hâlinin tabii neticesidir. Zaten o çektiğin ıstırap, kâbus hükmündedir...
Nasıl ki uykunda bazı zamanlar kâbus görürsün; kurtulmak istersin kurtulamazsın!..
Düşün ki hayatın boyunca bağlanıp kaydından kurtulamadığın şeyden kopma gerçeğiyle yüz yüze geldiğin anda nasıl bunalırsın!.. Sanki boğazını sıkarlar da nefes alamazsın, boğulacak gibi olursun!.. Öylesine bir ıstırap çekmeye başlarsın...
Düşün ki, bütün hayatını ona tapınmakla geçirmişsin!.. İlâhın o olmuş!.. Şimdi ise onu yitirmek durumundasın!.. Aklın bunu tasdik ediyor, fakat hâlin de ondan kopmanın çekişmesini veriyor...
Can çekişme anındaki hâli düşünün; hani içinden çalı süpürgesi çekilir gibi diye tarif edilir ya, işte o an!..
Hayatını o şeye adamışsın, varlığını ona adamışsın; ve bir anda bakıyorsun, o senin terk edemediğin şey, seni terk etmeye başlıyor!.. Çalı süpürgesinin içini parçaladığı gibi, o parçalanışı duyacaksın, hissedeceksin.
Ve sende böylesine bir bağımlılık oluşmuşsa, böylesine bir kendini kaptırma yerleşmişse o şeye karşı; şimdi de ondan kopmanın, ayrı düşmenin ıstırabını duyacaksın!.. İşte bu, kâbus hükmü oluyor!..
Bu kopuşlar gerçekleşmediği sürece, senin kendini tanıma noktasına gelmene imkân yok!..
İşin bilgi yanını konuşmuyorum, yaşam yanından söz ediyorum...
Çünkü, ne olursa olsun bilgi, insanı arındırmaz!..
Bilgi, insanı paklaştırmaz!..
Bilgi, insanı saflaştırmaz!..
Bilgi, gereği uygulanmak içindir!..
Öz’ündeki, “sır”rındaki hakikati, Kurân’ı anlayabilmen için ancak ve ancak, temizlenmiş, arınmış olman şart!.. Çünkü:
Ona (Bilgiye), (şirk pisliğinden - hayvaniyetinden) arınıp, tâhir olanlardan başkası dokunamaz! (56.Vâkı'a: 79)
Diyor... Neden arınacaksın?..
Gerçekleri görmene ve değerlendirmene engel olan tüm şartlanmalarından, huylarından, bağımlılıklarından, dünyaya ait seni kendine esir eden tüm ilgilerinden arınacaksın!..
Bütün bunlar, kendini varsayım kişilik olarak hissetmene sebep olan şeyler...
Zaten kendini kişi olarak hissetmesen, onlar senin için hiçbir şey ifade etmeyecektir!.. Seni zorlamayacak, seni üzmeyecek, seni sıkmayacak, seni bunaltmayacak, kafanı bir an bile meşgûl etmeyecek...
Hangi olay, hangi konu, hangi problem senin kafanı meşgûl ediyorsa, o meşgûl eden şey kadar sen bu kişisin!..
Oysa sen, bu kişi değilsin!.. Sen, bu beden, çevrenin gördüğü gibi hitap ettiği kişi değilsin!..
Nesin?..
İşte seni, ne olduğuna yöneltmek isteyen âyetlere geliyor sıra...
Diyor ki:
“‘HÛ’dur, Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın!..” (57.Hadiyd: 3)
Geçmiş veya gelecek... Sınırsız geçmiş veya sınırsız gelecek... Zâhir ve Bâtın O’dur!..
“Zâhir” dediğimiz şey nedir?..
Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, “zâhir” kelimesi kapsamına girer... “Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey...
Bunların, sana göre tümü, “O”dur!.. Yani, bunların hepsi de -ki bu çokluk kavramı sana göredir- “O” dediğin varlıktır!..
Yani, “HÛ”!..
“HÛ” kelimesinin mânâsı bir anlamıyla “O” demektir!.. Bir diğer anlamıyla da “Zât’ın hüviyetine” işaret eder ki, o mânânın tafsiline bu kitapta girmeyeceğiz[1]...
Sen, bu beş duyu aracın dolayısıyla, o bütünün arasına giriyorsun; araya girişin itibarıyla da, senin önün ve arkan, ön yüzün ve arka yüzün diye bir olay ortaya çıkıyor!..
Gerçekte TEK bir sonsuz sınırsız mutlak var, ki “O”nun için, “O”na GÖRE, “Zâhir”, “Bâtın”, “Evvel”, “Âhir” gibi kavramlar söz konusu değil!.. Bunlar bize GÖRE tarifler, tanımlamalar!.. Anlayış sınırlarımızı genişletmek için verilmiş izahlar...
Sen, algılama kapasitendeki sınırlılığın getirdiği varsayımınla, TEK’i bölüyorsun!.. Zâhir ve Bâtın çıkıyor ortaya!..
Artık sen oradan, o aradan çık, sıyrıl!..
O zaman “Tek bir Bütün”ün var olduğunu fark edersin!..
Yani, ikilik “sen”den, senin kendi varlık zannından doğuyor!.. Aslında ikilik yok, dış yapı böylesine bir bütün...
Peki... Bu bütünün arasına “Ben giriyorum, ben varım” diyorsun. Hayır!.. Sen yoksun, diyor. Neyle ifade ediyor bunu?..
“Attığında, sen atmadın, atan ALLÂH’tı!..” (8.Enfâl: 17)
Bedir savaşında Rasûlullâh (aleyhisselâm) düşmana ok atıyor. Ok atma olayı ile ilgili olarak da bir gerçeği ifşa etmiş oluyor.
Oku, göze göre, zâhire göre kim attı?.. Rasûlullâh (aleyhisselâm) attı!..
Ama, âyet diyor ki; “Attığında, sen atmadın, atan ALLÂH’tı!..”
O TEKLİĞİN içinde senin bir ayrıcalığın, ayrıca bağımsız bir varlığın yok ki, sen atmış olasın!..
Mâdemki “O” bir bütün, tümel TEK varlık; bu tümel varlığın içinde “sen”in ayrıca bir varlığın yok!..
Yoksa, sen, nasıl olur da “ben attım” dersin?..
Veya, ha “ben attım” demişsin, ha “sen attın” demişsin!.. Ben attım sözüyle, sen attın sözü aynı düzeydedir!.. Fark yapmaz ki!.. Sen attın, ben attım veya o attı!..
Bunların tümünün üstüne bir çapraz çiziyor...
Hayır!.. “Allâh attı!” diyor...
Sen ne zaman ki bir olayda, “falanca yaptı veya filanca yaptı” dedin. Yani, araya bir kişi soktun. Ahmed de, Hulûsi de, Cemile, Mazhar de; velhâsılı kelâm ne dersen de, araya kişi soktun!.. İşte bu anda âyetin bu hükmünü farkında olmadan inkâr ettin!..
“Attığında, sen atmadın, atan ALLÂH’tı!..” (8.Enfâl: 17) diyor.
Peki bu gördüğümüz varlık ne?..
Ona geliyoruz şimdi:
Biz, semâları ve arzı ve ikisi arasındakileri Hak olarak yarattık! Kesinlikle o Saat (ölüm) gelecektir... O hâlde, hoşgörü ve Hakkanî görüş ile davran. (15.Hicr: 85)
Yerler, gökler ve ikisi arasındaki her şey, Hakk’ın dışında bir şey değildir!..
Sen, Hakk’ın varlığıyla meydana gelmiş olanlara, algılama araçlarının sana verdiği verilere dayanarak değişik isimler taktın... Yer dedin, gök dedin, insan, hayvan dedin vs..
Hâlbuki bu varlık, gerçeğiyle Tek bir varlık; Tek bir yapı hâlindeki varlık!..
Ama bu beş duyu ile mevcut yapıya bakarsan, pek çok varlık var sanki!..
Öte yandan basîretinle bakarsan, Tek bir varlık!..
Ancak basîretinle bakabilir misin?..
Şimdi ona geleceğiz...
Dikkat et; sana varlık âleminde mevcut olan her şeyin, gerçekte Tek varlık olduğunu, Hak söylüyor!..
Sonra, seni tekrar ikaz ediyor O yüce Kur’ân!..
Kur’ân-ı Kerîm, eğer okuduğunu anlayabiliyorsan, diyor ki:
Nefslerinizde (Benliğinizin hakikati)! Hâlâ (fark etmiyor) görmüyor musunuz? (51.Zâriyat: 21)
Buraya iyi dikkat et; âyetteki ifadeye bak!..
“NEFSLERİNİZDE” diyor... Hani ölümü tadacak “nefs”in var ya... Aslında, o ne olduğunu bilemediğin, “nefs”in var ya!.. İşte onun için diyor bunu!..
Senin şu anda “nefs” diye bildiğin, bedenin, şartlanmaların ve huylarının toplamıdır!.. Oysa böyle değil!.. Ne olduğunu bilmiyorsun, gerçeği itibarıyla “nefs”inin!..
Sadece inanıyorsun, bir “nefs”inin var olduğuna!..
İşte O, “nefslerinizde mevcut” diyor!..
“Nefslerinizde mevcut” derken; bak, dikkat et!..
Bir “nefs”in var da, o “nefs”inde “O” da mevcut, değil!..
“O”ndan başka bir şey yok dedik, daha önce!.. Yani senin, “nefs”im dediğin şey, “O”!.. Bir “nefs”in var, bir de “O” var, değil!..
Ama sen, “nefs”im dediğin şeyin ne olduğunu bilmekten mahrumsun!.. “NEFS” kelimesini kullanıyorsun, ama gerçek anlamını bilmiyorsun!..
Oysa ne diyor?.. “Nefslerinizde (Benliğinizin hakikati)! Hâlâ (fark etmiyor) görmüyor musunuz?”
Tâbire bak!..
“Hâlâ görmüyor musunuz?..” diyor.
Madde, göz ile görülür!.. Ama burada işaret edilen madde değil, “nefs”!..
“Nefs” gözle görülür mü?..
Demek ki görmekten murat, göz görmesi değil!..
“İdrakinle, kavrayışınla onun öyle olduğunu hissedemiyor musun!” anlamında kullanılıyor görme kelimesi burada... Fizik bir maddeyi değil...
İdrakinle, basîretinle bunun böyle olduğunu göremiyor musun; algılayamıyor musun, hissedemiyor musun, fark edemiyor musun?.. anlamında...
Ve gerçekte var olanı, bu defa bir başka yerde, aşikâre çıkartıyor... Ne diyor?.
“Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!..” (2.Bakara: 115)
Bu âyet, Musa (aleyhisselâm) ümmetiyle, Hz. Muhammed (aleyhisselâm) ümmeti arasındaki farkı da gösterir.
Kur’ân-ı Kerîm’deki, Hz. Musa (aleyhisselâm)’ın mertebesi ile Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın mertebesi arasındaki farkı; Hz. Musa ümmetinin eriştiği nokta ile Hz. Muhammed ümmetinin eriştiği nokta arasındaki mertebe farkını gösterir.
Tabii, “Ümmet” kelimesiyle sıradan bir vatandaşı söylemiyorum... Yani Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın getirdiği kemâlâtı almış bir kişinin durumundan söz ediyorum.
Kur’ân-ı Kerîm’de (7.A’raf: 143) ne diyor Hz. Musa (aleyhisselâm) Rabbine hitapla...
“Rabbim, göster kendini, bakayım sana!”...
Diyor, Hz. Musa, Tur dağına çıktığı zaman!..
Hz. Musa’ya gelen hitap ise şöyle:
“Len teraniy...”
“Beni, asla göremezsin!..”
Senin beni görmen mümkün değil...
Bu “görme”den murat elbette fizik görme değil!.. Biraz evvel konuştuk.
Hâlbuki Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın bildirdiği hükümler, âyetler, tamamıyla “görmek” üzerine kurulmuş!..
Âdeta, “görememek” kınanıyor!..
“...Hâlâ görmüyor musunuz?” (51.Zâriyat: 21) diyor.
“Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır!” diyor.
“Fe eynemâ tüvellû fesemme VECHULLÂH”... (2.Bakara: 115)
Ama burada dikkat edilecek çok önemli nokta var...
“Allâh’ın yüzünü” görürsünüz, diyor... “Allâh’ın yüzlerini” görürsünüz, demiyor. “Yüzünü” diyor!..
Evet, şimdi biz, bu gözle baktığımız zaman ne görüyoruz?.. Çiğdem’i, Cihan’ı, Keriman’ı görüyoruz!.. Gözlerimiz bunları görüyor!.. Yani ayrı ayrı yüzler görüyoruz!.. İsimleri ve de resimleri kaldırın!..
İşte o zaman, bu gördüğünüz yüzleri değil; sûretlerin ardındaki kaynak olan Tek bir yüzü görürsün, diyor âyeti kerîme...
Biraz evvel bahsetmedik mi?..
Basîretinle baktığın zaman; Varlık Tek bir bütündür; ve bu tek bir varlık olanı basîretinle gördüğün zaman, ALLÂH’ı görmüş olursun!..
Esmâsı yönünden, Allâh’ın vechini görmüş olursun!..
Demek ki, Allâh’ın vechini “basîretle” görmek mümkündür!..
Bu “basîretin” diğer bir adı da “İlim”dir. Ama burada “ilim” tâbirini kullanmıyoruz. Çünkü “ilim” dediğimiz zaman, herkesin aklına fizik, kimya ilminden çerçöp yapma ilmine kadar çeşitli şeyler geliyor!.. Zira biz her şey için ilim tâbirini kullanmışız. Oysa hakiki mânâda ilim, bunlar değildir!..
Din ıstılahında ve burada geçen “ilim”; Allâh’ı bilme, yaşama, görme, idrak etme ilmidir. Bu da basîret denilen özellikle olur.
İşte Hz. Musa (aleyhisselâm) ümmetinin en ileri gelenlerine dahi “Göremezsiniz” hükmü gelirken; Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın, Kur’ân-ı Kerîm yolu ile kendisinden sonra gelmiş bütün insanlara vermek istediği şey, kendisinin görmüş olduğu “Allâh’ın vechi”nin görülebileceği gerçeğidir!..
Musa (aleyhisselâm)’ın vârisi olanlar -ki bugün de Musa’nın vârisleri vardır- kendilerinde “tenzih” görüşü ağır basan velîlerdir!..
Eğer bugün bir velî; “Allâh görülmez, Allâh’ın vechini görmek mümkün değildir, ben bu kişiyim, Allâh ötelerdedir”; diyorsa, o Musa ümmetindendir; yani o anlayışı paylaşanlardandır; adı, Ahmet, Hasan, Hüseyin de olsa... Kelimeyi, ismi, tarifi kaldırın, esas mânâyı fark edin!
Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın vârisi, Allâh’ı göstermeyi meslek edinir; görme istidadı olanlara!..
Çünkü kendisine o ilmi ve hâli miras bırakan, zaten o iş için vardı; ve esas görevi olarak onu yerine getiriyordu!.. Zaten kendisine bıraktığı miras da oydu!.. Sen ev sahibiysen, oğluna ev bırakırsın!.. Evlattaki miras, babanın servetinin aynasıdır!..
Hz. Musa (aleyhisselâm)’ın zamanımızdaki vârisleri, çevresindekileri, “göremezsiniz” hükmünden yetiştirir!..
Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın vârisleri de “Hâlâ göremiyor musunuz?” diyerek, “görmek” esası üzere yetiştirir!..
Ancak ne var ki, bunlar hep ehli tarafından bilinen hususlardır!..
Eğer ehli isen, kişinin hâline, fiiline baktığın zaman, kimin, neyin vârisi olduğunu, nereden feyz aldığını, ilminin hangi mertebeden kaynaklandığını bilirsin!
Her velî, bir Nebi’nin feyz aldığı ağırlıklı isimden, getirdiği hakikatten feyz alır!.. Kimi Âdem’den, kimi Nuh’dan, kimi İbrahim’den, kimi Musa’dan, kimi de İsa’dan alır; selâm olsun hepsine!.. İlimleri ve hâlleri, farklı farklıdır.
Allâh, semâların ve arzın nûrudur (NÛR, ilimdir - candır - datadır; semâlar ve arzın hakikati ilimden {DATA} ibarettir)! O’nun nûrunun (ilminin varlığı ve açığa çıkışı) misali şuna benzer: İçinde lamba (bilinç) bulunan bir kandil (beyin) gibidir... O lamba da bir sırça (şuur) kapsamındadır! O sırça (şuur) sanki inciden bir yıldız (yaradılış amacına göre işlevlenmiş Esmâ bileşimi) gibidir ki, doğu ve batıya (mekân ve zamana) ait olmayan mübarek bir ağaçtan (insanî hakikatin), yani zeytinden (TEK’lik şuuruna sahip olması) tutuşturulur! O ağacın yağı (şuurdaki hakikat müşahedesi) neredeyse kendisine bir nâr (arınma çalışmaları) dokunmasa da ışık saçar! Nûr’un alâ nûr’dur (Esmâ ilminin birimsel ilim sûretinde açığa çıkışı)... Allâh (insanın hakikati olan Esmâ mertebesi) dilediği kimseyi kendi nûruna (kendi hakikati ilmine) erdirir! Allâh insanlar için misaller veriyor... Allâh her şeyi (Esmâ özellikleriyle, o şey olduğu için) Bilen’dir. (24.Nûr: 35)
Yani; dilediğine, Allâh nûru ile hidâyet eder, dilediği yerde kendisini ona tanıtır.
O, semâları ve arzı altı süreçte yaratan, sonra da arşa istiva edendir! Arza gireni ve ondan çıkanı; semâdan inzâl olanı ve onun içinde urûc edeni bilir... Nerede olursanız O sizinle (hakikatinizin Esmâ ül Hüsnâ’sıyla varolması sonucu) beraberdir! (Mâiyet sırrına işaret). Allâh yaptıklarınızı (yaratan olarak) Basıyr’dir. (57.Hadiyd: 4)
Düşünün... Yatakta, odada, fabrikada, şurada-burada, aklına gelen her yerde, nerede olursan ol, “nefs”inin bir an olsun senden ayrılması var mı?.. Yok... Tümüyle örtülü olmasına rağmen, o nefs sende, seninle mevcut!..
“...Bilincin bu aşamada, yaptıklarının sonucunun ne olduğunu görmeye yeterlidir.” (17.İsra’: 14) diyor, âyette...
Kendi “nefs”inize hesap vereceksiniz!..
Zaten sen o “nefs” dediğin yapıya, yani “vicdan”ına hesap vermekle Allâh’a hesap vermiş olacaksın!..
Ne var ki senin “nefs” kelimesinden anladığın, başka bir şey olduğu için, meselenin gerçeğinden sapmış, uzaklaşmışsın!..
İşte bu noktaya gelirsen, eğer bu gerçekler açılırsa, bu keşifler oluşup, basîretindeki bu perdeler kalkarsa, o zaman:
“... ‘Allâh’ de, sonra bırak onları daldıklarında oynayıp dursunlar!” (6.En’am: 91)
Âyetinin sırrına erersin!..
Yani, “Allâh de sonra bırak...” derken, hiçbir şey yapma, boş dur, değil burada anlatılmak istenen!..
Varlıkta her an O’nu seyretmeye başla!.. Artık, isimlerle, kişilerle uğraşma!.. Ahmet yaptı, Hasan yaptı, kızım, oğlum yaptı gibi vesaireyi bırak!.. Allâh de, seyre başla...
Artık, yorumu, yargılamayı bırak!.. Çünkü yorumuna kaynak olan şartlanmalarının oluşturduğu değer yargıları, hep sendeki kişilik özelliklerindendir!.. Ya huylarına göre, ya şartlanmalarına göre, ya da âdetlere göre hüküm vereceksin; başka türlü değil!.. Ama bütün bu hâllerden kurtulup, “Allâh’ın vechi”ni görmek istiyorsan, “Allâh de, ötesini bırak”!..
Ve sana açıklık getiriyor bu konuda da âyet:
“...Muhakkak ki Allâh dilediğini yapar.” (22.Hac: 18)
Kim?..
Allâh, dilediğini yapar!..
Nerede, dilediğini yapar?..
Yukarıda, ötende oturup da mı dilediğini yapıyor?..
Hayır!..
Bak, dikkat etsene; nerede yapmada dilediklerini?..
“Nefslerinizde mevcut, görmüyor musunuz..?” diyor.
İşte “nefs” adı altında dilediğini yapıyor!.. Ama, her “nefs” için, yaptığının neticesine erişmek de mukadder, hüküm!..
O da kendi hükmü, iradesi yine!..
“Nefs”, eğer kendini örtme hükmü ile gelmişse; şartlanmalara, duygulara, huylara yönelik fiiller ortaya koyarsa, onların neticesi meydana gelir.
“Nefs”, kendini bunlardan arındırıp, paklarsa, tezkiye ederse, onun neticesi oluşur.
Ne diyor âyette:
“Kad efleha men zekkâha”
“Gerçekten onu (bilincini) arındıran kurtulmuştur.” (91.Şems: 9)
“Nefs”in ne yaparsa ne olacağını da âyette anlatıyor;
“Onlar ki, salâtı (Allâh’a yöneliş ile mi’râcı yaşama) ikame ederler ve arınıp saflaşmak için varlıklarından verirler; işte onlar ölümsüz geleceklerine kesin yakîn elde etmişlerdir.” (27.Neml:3)
Yani, “nefs”in kendini tanıması hâlini sağlayan; “nefs”in şuurunu-ilmini örten beden, şartlanmalar ve huylar gibi üç kabuktan kendini arındırıp, paklandıran; orijinal hâliyle “nefs”ini tanıyan kurtuluşa erdi!..
Bunun dışındakiler?..
“Nefs”ini tanıyamamanın getireceği azaplara kendilerini, kendi elleriyle attılar. Çünkü, “Nefs” için orijini itibarıyla ne azap, ne üzüntü, ne sıkıntı, ne nimet vardır!..
İyi anlayın!..
“Nefs”in orijinal hâli için bunların hiçbiri bahis mevzu değildir!.. Yaşamın ne zevk, nimet yanı “nefs” için söz konusu!.. Ne de azap, sıkıntı yanı mevcut!.. Fakat “nefs”, bu perdeli hâlle yaşarsa, bu şekilde yaşadığı beden, varlık azap çekecektir; veya aksine zevki yaşayacaktır.
İşte burası daha evvelce, çeşitli zamanlarda sorulmuş olan sualle ilgili...
Peki!.. Hak, cennete gider mi?..
Mâdemki “Hakk”tan gayrı bir şey yok, “Hakk”ın cenneti olur mu?..
Hak cehenneme gidip de yanar mı?..
Hak için bu gibi olaylar ve kavramlar geçersizdir!..
Zâtı veya Esmâsı yönünden böyle bir olay mümkün değildir!..
Cennet ve cehennem kavramlarının sonuçları, Esmâ terkipleri olan yaratılmışlar için geçerlidir!..
Evet, şimdi bir aşama daha ileri götürüyor açıklamasıyla Hz. Rasûlullâh bizi:
“Rabbimi genç bir delikanlı sûretinde gördüm!”...
Delikanlılık, insan bedeninin en olgun, en kemâle çıkmış zirve hâlidir. O delikanlılık devresinden sonra, beden tükenişe geçer. Sıfır yaştan 18-20 yaşına kadar olan devrede tam zirveye erişilir; ondan sonra hücreler yıkılmaya başlar!.. Yıkılış tabii daha ağır gidiyor, onun için bedenin yaşamı daha değişik oluyor.
Şimdi, görülen o kemâl sûret, Rabbin sûrete bürünmüş hâli... O sûrete bürünmüş hâlinde ben “Rabbimi” gördüm demektir. En güzel hâlinde gördüm demektir.
Burada Rabbim dediği, nefsidir; ama birimsel bedenin “nefs”i değil; mutlak mânâda “nefs”i!.. Yani, “Nefs-i küll” denilen...
Peki, kendi nefsi ile karşısındaki nefsiaslında aynı şey değil mi; “Nefs” mertebesinde?..
Dikkatinizi çekiyorum!..
“Nefs” mertebesinde “Nefs”, Tek’tir!..
Nevzad’ın nefsi, Hulûsi’nin nefsi, vs. diye ayrı ayrı nefsler yoktur, gerçekte!.. Ayrı ayrı nefsler söz konusu değildir hakikatte!..
“Nefs” boyutuna geldiğin zaman “nefs” Tek’tir!..
İşte bu sebepledir ki, “Rabbimi gördüm” sözü, “Nefsimi gördüm” gibidir!.. Ve bu konuya daha da açıklık getiriyor, Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem “Rabbimi gördüm” derken...
Bir başka zaman da buyuruyor ki Rasûlullâh (aleyhisselâm):
“Beni gören Hakk’ı görmüştür!..”
Tabii, perdeli olanlar, Musa ümmetinin meşrebinde olanlar, “Beni gören, Hak sözü söyleyen kişiyi görmüştür” diye bunu tevil ederek; uzaklaştırıyorlar gerçeği arayanları, hedeflerinden...
Aslında mesele gayet açık!..
“Beni gören Hakk’ı görmüştür” diyor.
Neden?..
Çünkü, “Beni gören Hakk’ı görmüştür” derken; kendisi, “nefs”ini tanımış; her türlü huylardan, şartlanmalardan, kendini beden olarak sanma hâlinden arınmış; “nefsi” ile “vicdanı” ile yaşamaya başlamış; dolayısıyla da “Beni gören Hakk’ı görmüştür” diyor!..
“NEFS” olarak kendini tanıyan için, beden hiçbir şey ifade etmiyorsa, o, Hz. İsa (aleyhisselâm)gibi “Benim bedenime dilediğinizi yapınız!..” der!.. “Bedene yapılan hiçbir şey beni ilgilendirmez” der!.. Bedenden kopukluğunu yaşar. “Sizin huylarınız, âdetleriniz, örfleriniz, ananeleriniz, değer yargılarınız bilinç boyutunda değersizdir” der ve ilave eder İsa (a.s.) gibi:
“Bunlar insanca düşüncelerdir”!..
Bilinç, bu mertebede kendini tanıdığı zaman, “nefs” olarak özüne ermiştir!..
Ama sen, gene de O’na insanca bakarsan; beşer duyularıyla O’na bakarsan, orada sadece o sûreti görürsün!.. Ama basîretinle bakarsan, orada Hak, sana açık açık yüzünü göstermektedir. Ötede değil, karşında!..
“Beni gören Hakk’ı görmüştür” diyor. Eğer göremiyorsan... Eee... O zaman;
“Kim bu dünyada âmâ (hakikati göremeyen) ise o, gelecek sonsuz yaşamda da âmâdır (kördür)!” (17.İsra’: 72) diyor, âyet...
Dünya yaşamında “nefs”ini tanıyamamışsan; basîretin gereklerini yerine getirememişsen, hakikate karşı bu dünyada âmâ oluşun gibi, öldükten sonraki yaşamında da âmâ olarak kalırsın!..
İşte bu, zâhiri gören gözlerin körlüğü değil, Hakk’ı görecek basîretinin kör olmasıdır, deniyor ve ilave ediliyor:
“Her ne hâl üzere yaşarsanız, o hâl ile ölürsünüz ve ne hâl ile ölürseniz o hâl ile dirilirsiniz.”
Yani, bütün yaşamın bu körlükle geçecek; son anda sana birisi hokkabaz değneği ile dokunacak, bir anda senin gözün açılacak; böyle bir olay yok!..
Yaşamın körlük üzere gitmişse, ölümün de körlük üzeredir!.. Ondan sonraki yaşamın da tamamen kör olarak gider. Kör, sağır, şaşkın olarak ortalıkta dolaşırsın. Bugün dolaşanlar gibi...
Eğer bugünden gözün açılıyorsa, basîretin açılıyorsa, o zaman bugünden ayıksındır, uyku hükmü senin için bitmiştir. Ve bugünden itibaren de, Hakk’ı ve hakikati görmeye başlarsın.
Şimdi burada iki âyet daha var, onları da ilave edelim:
“Allâh dilediğini kendine seçer...” (42.Şûrâ: 13)
Diğer bir âyette:
“...Hareket eden hiçbir canlı yoktur ki onun ‘Bi’nasiyesinde (alnında-beyninde var olarak/beyninden) tutmuş olmasın (Fâtır’ın beyni programlaması)...” (11.Hûd: 56) diyor.
Rubûbiyet mertebesinden kasıt “nefs” olduğuna göre, her varlık üzerinde tasarruf hükmü, hüküm icra eden “nefs”tir.
Ama “nefs”, her birimde, bürünmüş olduğu ya huylar istikametinde o fiili meydana getirir, ya şartlanmalar doğrultusunda meydana getirir, ya bedenin istek ve arzuları istikametinde meydana getirir.
Neticede, her beden üzerinde, insan olsun, hayvan olsun, ne olursa olsun, hükmünü icra eden, “nefs”tir!.. “Nefs” mertebesidir.
“Allâh dilediğini kendine seçer...” diyor âyet...
Artık “Allâh” isminin mânâsını sen nasıl anlıyorsan, dilediğini kendine seçmesini de ona uygun bir şekilde anlarsın!..
Sonuç olarak;
Hakikat, dünyada yaşanırken yaşanacak bir olaydır!..
AHMED HULÛSİ
1994
[1] “GAVSİYE AÇIKLAMASI” isimli kitabımızda bu konuyu bulabilirsiniz.