Sayfayı Yazdır

Taoizm-Budizm-Totemizm-İslâm

Müslümanlar Dünya üzerinde niçin geri kalmış toplumlar hâline gelmişlerdir, İslâmiyet en mükemmel ‘DİN’ anlayışı ise?

Çokça sorulan bir soru bu bana!..

Ve dahi şu soru gene aydınsı çevrelerden gelen bana:

Teklik anlayışı ve insanlık anlayışı en mükemmel şekilde Taoizm’de, Budizm’de ve hatta Yahudiliğin mistisizmi olan Kabala anlayışında mevcut... Müslümanlık ise kaba, şekilci, zorba ve savaşçı, sevgiden yoksun bir anlayış!.. İşte yaşananlar ortada! Sen hâlâ bu savaşçı öğretiyi nasıl yüceltmeye çalışıyorsun?

 

Öncelikle...

Yüce olanın yüceltilmesi söz konusu olmaz! Bu fark edile... İslâm, yegâne “DİN” anlayışıdır ve fevkinde veya yanı sıra başka bir anlayış da yoktur yeryüzünde! O “DİN” anlayışını bize bildiren yeryüzüne gelmiş en muhteşem İnsan ve sonsuzluğun en muhteşem Ruhu olan Muhammed Mustafa (aleyhisselâm) da eşi ve benzeri olmayan bir Allâh kulu, Rasûlü ve son Nebisi’dir!

Niçin bu böyleye gelince...

İnsanlar asırlar ve asırlar önce tanrılara tapıyorlardı... Tanrılar adına dikilen totemlere tapıyorlardı... Tanrıları sembolleştiren heykellere tapıyorlardı... Kendilerinin ötelerindeki, yerdeki veya gökteki bir varlığa tapıyorlardı!.. Kendilerine ulaşanların ve ulaşacakların o tanrıdan geldiğine inanarak onun adına kendi dışlarındaki bir toteme yöneliyorlardı...

Sorun şu:

Yerde veya gökte yerleşik olup, oradan Dünya’yı ve üzerindekileri yöneten bir “tanrı” veya Arapçasıyla bir “ilâh” olabilir miydi? (Günümüzde bazıları, bu tanrısallığın uzayda yaşayan bir kısım toplumlara ait olduğunu söylüyorlar ki bu, gökte tanrı var yanında da melekleri anlayışının getirdiği bir bakış açısının günümüze uyarlanmış şeklidir!)

Olayı, evrensel boyutlarda sorgulayan beyinler, evrensel gerçeklik içinde böyle bir tanrısallığın asla söz konusu olamayacağını fark ettiler!

Gökte yerleşik bir tanrı olamaz anlayışının, tâ asırlar öncesindeki bir açığa çıkış şekli de Çin’deki Taoizm’dir! Varlık, göz denen mekanizmaya göre her ne kadar çokluk hâlinde olsa da, gerçekte tüm varlık tekil bir yapıdır; bilinç, bu tekil yapının kendine bakan gözüdür! Bilinç kendi hakikatini algılayabildiği ölçüde kendi özünü tanır ve bu tanımanın sonu, hakikati olan “HİÇ”liğe çıkar! Olayın sonu, “HİÇ”likte “hiç” olduğunu hissediştir!

Buda ise, insanlara “NİRVANA”ya ulaşmalarını önerdi son nokta olarak... Kendini et-kemik çuvalı kabullenip, ölümle toprak olup yokluğa karışacağını sananlara, kendilerinin bir bilinç varlık olduklarını; bedenin toprak olmasından sonra yaşamın devam edeceğini; “Tek”ten var olmuş “Tek”ler olduklarını; beden değil kutsal ruhlar olduklarını; ruhlarını arındırırlarsa “Nirvana”ya ulaşarak kutsal ruhlar şeklinde o teklik ruhunda yaşayacaklarını anlattı...

Henüz Türkiye’de bilinmeyen, fakat Dünya üzerinde yüz milyondan fazla inananı olduğu söylenen, Amerika’da da yayılan bir inanç türü ise gene Çin kaynaklı Falun Dafa’dır. Derinliklerinde Taoizm, açığa çıkış şeklinde ise Budizm öğretisi görüntüsü veren Falun Dafa’ya göre, bilinç ve madde aynı şeydir. Düşünce her an maddeyi, madde ise her an düşünceyi etkiler. Ana ruh her an beyni etkileyerek kendindeki özellikleri açığa çıkartır. İnsan beyni, dalga olmayan bir tür madde yaratır. Dünya üzerindeki var olan her canlı, sudan meydana gelmiştir. Su hayat kaynağıdır. Evren dahi sudan meydana gelmiştir, der bu anlayışın 1992’deki kurucusu Shifu Li Hongzhi. Esasen siyasetle hiçbir ilgisi olmadığı söylenen bu hareket, hâlen Çin’de hükümete karşı en büyük muhalif güçtür ve mensupları Çin’de çok sıkı takip edilerek, yakalandıklarında işkencelerle öldürülmektedir. Olayın kökeninde ise algıladığımız kadarıyla yaşadığımız dünya görünmezlerinin bilgi yönlendirmesi mevcuttur.

İslâm, yegâne “DİN” anlayışıdır ve fevkinde veya yanı sıra başka bir anlayış da yoktur yeryüzünde!

Hazreti Musa öğretisi olan “DİN” anlayışının düşünsel derinliğini oluşturan ve Yahudi mistisizmi olan “Kabala” anlayışı ise, zâhirdeki şekilci ve kavimci anlayışın ötesinde; varlığın tekilliğini, insanların ruhunun tek bir ruhtan geldiği anlayışını inananlarına yaydı. Esas itibarıyla bu tekilliği idrak edip, bundan dolayı ötede bir tanrı kabul etmeyen bu anlayışın, bir yaşam ve dillendiriliş şekliydi Hazreti İSA (aleyhisselâm)’da dillendirilen! “Babam RAB’dır” tanımlaması, gerçekte fiziksel bir tanrı-oğul ilişkisini anlatmıyor; “Kabala” öğretisindeki Tek RUH’un bireysel ruhlar şeklinde algılanışını ve o “TEK RUH”tan meydana gelişini anlatıyordu. Göklere yönlendirmenin anlamı, bilinç boyutunun derinliklerinde; yaratıcı mertebe hakikatini, ruhunun şuurunun derinliklerinde hissedip yaşamak olayını sembolize ediyordu... Hazreti İsa (aleyhisselâm)’ın “Sen insanca düşünüyorsun, Yaratan Rab gibi değil” söyleminin anlamı, “beşerî şartlanma ve değer yargılarına dayalı düşünce şekli yerine, evrensel gerçekler doğrultusunda olayları değerlendir” idi. Yahudiliğin özündeki “seçkin kavim” anlayışı, esas itibarıyla, tüm Yahudilerden doğmuşları değil, “Kabala öğretisini kabullenip yaşayabilecek düzeyde yüksek anlayışa sahip olanlarını” ifade ediyordu (ki bu anlayışın gelişimi Masonluğun temelini oluşturmuştur)...

Buraya kadar anlattığımız inanç biçimlerinin çıkış noktaları ve bir kısım doğru tespitleri olmasına rağmen, en büyük eksikleri ve yetersizlikleri dünyevî yaşamda yapılması gerekenler ve ölüm ötesi yaşam süreci için verdikleri bilgi konusudur. İnsan yapısının nasıl bir mekanizma olduğunu, beynin işlevini, ölüm ötesi yaşam şartlarına göre insanın beynini nasıl değerlendirip geleceğe dönük neler ortaya koyması gerektiğini bunların hiçbirisi söyleyememektedir. Ölüm ötesi sonsuz yaşamın aşamalarını kimse verememektedir. Oysa insan için en önemli şey, ölüm ötesinde mutlu olması için neler yapması gerektiğidir.

Son NEBİ, Dünya’nın kıyametinin Güneş’in Dünya’yı kuşatıp yutması suretinde meydana geleceğini anlatırken; bunun ötesinde, Kur’ân-ı Kerîm’de yıldızların düşmesi şeklindeki tasvirlerle Galaktik kıyamet dahi açıklanmaktadır 1400 küsur yıl evvel! Biz bugün artık biliyoruz ki, Samanyolu Galaksisi içindeki milyarlarca yıldız Andromeda Galaksisi’yle çarpışma sonucu yörüngelerinden çıkacak ve Dünya’dan bakışa göre düşüyorlarmış görüntüsü vereceklerdir bir süreç sonunda.

Esasen, en önemli ve farkına varılması zorunlu gerçek, çeşitli ölüm=dönüşümlerle sonsuza kadar yaşayacak olan insanın, ancak Dünya’da iken neleri nasıl kazanabileceği hususudur ki; bu konudaki tek açıklamayı da adı “İSLÂM” olan Allâh indîndeki tek “DİN” ile sadece son NEBİ Muhammed Mustafa (aleyhisselâm) yapmıştır.

Totemizm ise tüm bu anlattıklarımız yanı sıra süregelmiştir Dünya’da...

Totemistler yalnızca Afrika veya Amerika yerlileri arasında değil, tüm dinlerin mensupları arasında yer almışlar ve yaşamlarını devam ettirmişlerdir yapıları gereği. İnsansı yaratılışları gereği olarak, totemistler, derin düşünce ve varlıklarının hakikatlerini sorgulama, araştırma, kendi hakikatlerini hissedip yaşama imkânına sahip değillerdir. Kendilerini ve tüm varlığı daima madde olarak düşünürler. Ötede bir yerde; yeryüzünde veya uzayda, aşağıda veya yukarıda bir tanrı düşünüp, ne yapıyorlarsa o tanrı için yaparlar... Yerler, içerler, çoğalırlar, tapınırlar, öldürürler; hep o kendi dışlarında bir yerlerde olan tanrıları uğruna! Ya da hiçbir şeye inanmazlar, totemleri kendi bedenleridir! Etiketlerinde yazılı din veya mensubiyet adını kaldırırsanız, hiç farkı yoktur bakış açılarının birbirlerinden; giysi, görünüş ve lokal şartlanmalar dışında. Onlar tanrıları adına iyi bir şey yapacak, itaatkâr olacak ve sonuçta da tanrılarının vereceği nimetler içinde, yiyip içip seks yaparak ebediyen yaşayacaklardır. Aksi hâlde tanrıları onları cehennemine hapsederek ebediyen azap çektirecektir.

Bu arada, her birinin “tanrı” tahayyülü, bir diğerinden değişik olduğu için de, birbirlerinin tanrısını sorgulayıp yargılayanlar, beğenmeyip inkâr edenler ve hatta bu yüzden savaş baltalarını çıkartanlar pek çoktur! Çünkü bunlar, Allâh Rasûlü Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın “LÂ İLÂHE = TANRI (dolayısıyla tanrılık kavramı) YOKTUR” mesajının anlamını ya duymamışlar ya da duyup üzerinde düşünmemişlerdir! Çoğunluğu ses kaydeder beyinlidir!.. Ezberler ve tekrar ederler! Söylediklerinin anlamını düşünebilme yetisine sahip değillerdir yaratılışları sonucu!

Totemistlerdir işte bunlar da!.. “Şirk ehli” diye de adlandırılmışlardır... Şirk kalkmadan da “Tevhid” gerçekleşmez!

Sonuçta açık veya örtülü, olay aynıdır!

Kişi ve ÖTESİNDEKİ tanrısı!

Esasen, yukarıda sıraladığımız görüşlerin tümü de eksik, yetersiz ve insanın geleceği açısından işlevsizdir; İslâm adıyla anılan “DİN” öğretisi yanında! Çünkü, “İSLÂM” adı ile işaret edilen “DİN” anlayışında açıklanan “Sünnetullâh” vurgulaması ve açıklaması hiçbirinde yoktur! Dolayısıyla “Sünnetullâh”a dayalı bir biçimde SON NEBİ’den gelen, insanın geleceği açısından çok önemli teklif ve uygulamalar da başka hiçbir anlayışta bulunmaz.

Yeryüzünde yaşamış en muhteşem beyin, kişilik ve sonsuzluğun en muhteşem Ruhu, Allâh kulu ve Rasûlü Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın bildirdiği adı İslâm olan tek gerçek “DİN” anlayışını kavramış ve benimsemiş olan Müslümanlara gelince...

Onlar ötelerinde, yukarıda, gökte, uzayda bir tanrıya değil; o yüce Rasûl’ün “Allâh” adıyla işaret ettiğinin, Kur’ân-ı Kerîm ile açıklanan özelliklerine iman ederler... Bu konuda yakîne erip ikân sahibi olmaya çalışırlar! Bu konuda elde ettikleri yakîn yanı sıra, “Sünnetullâh”ı fark edip, anlayıp, gereğini yaşamaya çalışırlar!..

İŞTE GELDİK BUNDAN ÖNCEKİLERLE EN ÖNEMLİ AYRIM, FARK NOKTASINA!..

Evet, geldik Allâh Rasûlü ve son Nebisi Muhammed Mustafa (aleyhisselâm) ile kendisinden öncekilerin en önemli fark ve ayrım noktasına...

İslâm adıyla tanıtılan “DİN” anlayışının düşünsel temellerini fark etmek isteyen kişiler ister istemez “Tasavvuf” diye isimlendirilmiş alana girerler. Bu sorgulama ve ötesindekileri idrak yolculuğu, ismi “ALLÂH” olanı tanıma ve idrak yolculuğunun birinci bölümüdür.

Tasavvufî tâbiriyle “fenâfillâh” denilen bu yolculukta, kişi kendisinin ve evrenin “var”lığının gerçekte ismi “Allâh” olan indînde “yok”luktan ibaret olduğunu; “Yok”tan yaratılmış olduğunu; gerçekte yalnızca “var” olanın “ALLÂH” ismiyle işaret edilen olduğunu fark eder... Bu fark ediş, sonuçta kendi “yok”luğunu, “HİÇ”liğini fark etmesi realitesine erer! İdrak veya anlayışının “yok” olduğu noktadır bu! “Vahdet” anlayışından çıkılarak yürünülen “Seyri âfakî”de ise, önce kademe kademe tüm varlığın gerçekte “birimlerden oluşmamış tek bir varlık olduğu” yani “Tekillik-Vâhidiyet” fark edilir; sonra kapasite elverirse bu anlayış “Ahadiyet” yani “HİÇ”likte noktalanır! Sonuç, mutlak karanlık yaşantısıdır; “âmâ”dır bilinç açısından! İsmi “ALLÂH” olanın, “Ahadiyet”, yani “HİÇ”lik sıfatı dolayısıyla, tefekkürün söz konusu olmadığı bu mertebenin yaşantısından dahi söz edilemez!

Ve bundan sonra nasiplileri için “bakâbillâh” kemâlâtı başlar...

Sünnetullâh”ta yaşam!

Algılanan ve algılanamayan tüm yapıyı, ilminde, ilmî sûretler hâlinde kendi sıfat ve esmâsıyla yaratan, “yok”tan “var” kılan; onların, her an yeni bir şan (oluş) ile sonsuza dek kulluklarını ortaya koymalarını dilemiştir.

Bu nedenledir ki, evren içre evrenler, belli bir sistem ve düzen içinde açığa çıkmışlardır; ve dahi varoluş amaç ve sistemlerine göre de varlıklarını oluşturan sıfat ve esmâ var oldukça yaşayacaklardır!

İşte bu “Sünnetullâh” kapsamında Dünya üzerinde açığa çıkmış insan bilinci, bir yandan varlığın ve varlığının hakikatini anlamaya çalışırken; diğer yandan da, varlığını nasıl ve ne şekilde sürdürmesinin, yarını için nasıl daha hayırlı ve olumlu olacağını sorgulamak durumundadır!

Bu soruya cevap ise, en mükemmel şekliyle Allâh Rasûlü ve son Nebisi Muhammed Mustafa (aleyhisselâm) tarafından gelmiştir.

Vahye dayanan Muhammedî öğreti; tanrısal kökenli olmadığı içindir ki “LÂ İLÂHE=TANRI (tanrısallık kavramı) YOKTUR” ile başlamış; ve “illâ ALLÂH” diyerek devam etmiştir! “Tanrısallık kavramı yoktur, yalnızca ismi ‘ALLÂH’ olan vardır; ki bu yüzden de bir dış varlığa tapınma söz konusu olmayıp, ‘Sünnetullâh’ gereği yapılası uygulamalar yani ‘ibadet’ gereklidir” denilmiştir anlam itibarıyla.

Evet, geçmişteki bazı tespitlere artı olarak gelen “Sünnetullâh” bilgisi, konunun, ismi “Allâh” olanı fark ettikten sonraki en önemli bölümüdür.

İnsanın yaşamını ve geleceğini cennet edecek olan da, cehennemi yaşatacak olan da; kişinin “Sünnetullâh”ı değerlendirip, değerlendirmemesine bağlıdır. Yaratılışı elverenler, “Sünnetullâh”ı değerlendirirler ve yaşamları, gelecekleri, cennet adıyla tanımlanan mutluluk ve huzur ortamı olur! “Sünnetullâh”ı değerlendirmeyenler de yaşadıkları günden başlayarak türlü şekillerde yanma ortamı içinde ömür sürerler.

Yani tüm öncekilerle, adı “İSLÂM” olan yegâne “DİN” arasındaki en önemli fark, ismi “Allâh” olanı fark ettikten sonra, “Sünnetullâh”ı fark edip, ona göre yaşayıp yaşayamama farkıdır!

Çünkü, ismi “Allâh” olanı tanımakla, varlığın, kişiliğin, bilincin, suda şekerin eriyip yok olması gibi asla yok olmamaktadır!

Taoizm’in söz ettiği “HİÇ”liğe eren de, Nirvana’ya ulaşan da, Yehova’yı bulan da, ismi “Allâh” olanın idrak edilemeyecek bir ahadiyet, derûnundaki özündeki “hiç”lik mertebesi olduğunu fark edip hisseden de; sonsuza kadar kişilik sahibi bir ruh olarak yaşamak durumundadır Dünya yaşamından ayrıldıktan sonra; adı “ölüm” olan dönüşüm ile; gideceği hangi ortamda olursa olsun!

Bu yüzdendir ki kişi, hakikatini ne düzeyde fark ederse etsin, sonuçta, SON NEBİ’nin bildirdiği Sistem ve Düzen gerçeklerine göre yaşantısına ve uygulamalarına yön vermek zorundadır ki, bunun bir adı da “Sünnetullâh”ı anlayıp ona göre yaşamaktır!

Yaratış Sistemi gereği, herkes, yalnızca kendisinden açığa çıkanın (elleriyle yaptıklarının) sonuçlarını yaşayacağı ve yaşamakta olduğu içindir ki; SON NEBİ Muhammed Mustafa’nın ne anlatmak istediğini kavramak, herkes için en önemli yaşam gerçeğidir!

Şimdi geliyoruz bu sohbetimizin başındaki “Niçin pek çok Müslüman toplum bugün yeryüzünün en geri kalmış ülkeleridir” sorusunun cevabına.

Bir kısım toplumlar tanrıya inanmadıkları için, ötelerindeki tanrıdan bir şeyler beklemedikleri için, iş başa kalmış; kendi özlerindeki kuvveleri harekete geçirerek yepyeni atılımlar yapmışlardır. Diğer bir bölüm toplumlarsa, yetiştikleri ekollerden gelen, “güç senin varlığında, dışarıdan bekleme, kendindekini kullanmasını öğren” düşüncesiyle, bütün gayretleriyle kendilerini geliştirmeye çalışmışlardır...

“Sen varlığındaki Yaratan’ın sıfat ve isimlerinin kuvveleriyle pek çok şeyi başarabilirsin; iş ki o kuvveleri keşfet” tasavvufî öğretisinin geçerli olduğu devirlerde, Müslüman toplumlar pek çok alanda Dünya’nın öncüleri olmuşlardır.

Ne yazık ki, zaman içinde “DİN” anlayışı, yalnızca yukarıdakini memnun edip onun rızasını kazanmak diye kabul edilip; ibadeti, yukarıdakine tapınmak diye değerlendiren anlayış yaygınlaşınca, olay rayından çıkmış ve “her şeyi yukarıdakinden beklemek” düşünsel sapmasını oluşturmuştur. Böylece de bir kısım Müslüman toplumların gerileme devri başlamıştır.

Kendi özündeki Yaratan’ın sıfat ve esmâsından kaynaklanan kuvvelerle yarınını inşa etmek anlayışı keşfedilmediği; her şey, gerçekte var olmayan yukarıdakinden beklendiği sürece, bu anlayışın yaşandığı toplumların diğerleri yanında geri kalması doğaldır.

AHMED HULÛSİ

3 Mayıs 2006

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Yazıyı İndirebilirsiniz!