“Bakın, az evvel anlattığım gibi, iyi−kötü, hoş−nahoş değerlendirmeleri toplumun sizi o yolda şartlandırmasından ileri gelir!.. Şayet, siz toplumun şartlanmasından kendinizi sıyırabilirseniz, o defa göreceksiniz ki, sadece yaşamın icabı olarak, çeşitli zamanlarda, çeşitli olaylarla karşılaşmaktadır varlıklar!..

Sizin iki ayağınız var... Ama birini bırakıp da sadece tek ayağınızla sürekli olarak yürüdüğünüz vâki mi?.. Hayır!.. İşte hâdiseler daima biri diğerine dönüşerek gelişir... Tıpkı geceyi gündüzün, yazı kışın takip ettiği gibi... Kendini bilen kişi, ne yazı kış yapmaya çalışır, ne de kışı yaz hâline getirmeye. Bunun yerine, her birinden ayrı ayrı zevk almaya çalışır...

İşte burada olduğu gibi kendini bilen kişi de, başkalarına göre üzüntü verici olan her olaydan da zevk almaya çalışır, sevindirici olandan da!..

Hâlbuki çevrelerinde egemen olmak isteyen kişiler, bu tabii seyirleri, kendi yücelikleri için basamak yaparlar ve kişinin karşılaştığı hâlleri bir ceza veya mükâfat diye nitelendirerek; karşılarındakileri bu yoldan şartlandırarak, arzuları doğrultusunda ve çıkarları istikametinde sürüklemeye çalışırlar.

Kendini bilen ve gerçeğe vâkıf olan kişi, her türlü olayı, adım atarken sağ ayağını sol ayağının takip etmesi kadar normal sayar; ve kendisini hiçbir olayın kaydı altına sokmayarak, hayatını sürdürür... Bu durumda, o kişi için, artık ne imtihan diye bir şey kalır, ne ceza, ne de mükâfat. Artık o, olayların ve şartlanmaların üstündeki ‘Özben’liğine yönelmiş birimdir!..”

“Peki bu imtihan veya ceza−mükâfat görüşleri, tamamıyla uydurma mıdır?”

“Hayır!.. Bu fikirlerin ortaya atılışının sebebi, kişileri belirli bir istikamete yürüterek, şartlanmalardan kurtarmaktır... Ayrıca, neticeye ulaşamayan kişileri de, belirli noktalarda frenleyebilmek gayesine bağlı olarak çalışır... Ama bunu, bazı kişilerin, kendi menfaatleri istikametinde kullanarak istismar etmesi de elbette ki mümkündür.”

Cem sözün burasında araya girdi ve anladıklarını kontrol etmek istedi...

“Şimdi anlattıklarınızdan şunu anladım ben... İnsan, toplumsal şartlanmalardan kendini kurtarabildiği anda, iyi−kötü, güzel−çirkin, veya yanlış−doğru, zıtlarının şartlanmalarından da kendini kurtarır ve bu kayıtların üzerinde yaşamaya başlar. Böylelikle de kendisini üzecek, azaplandıracak olayların fevkinde bir hayat sürer...

Bu yaşayış içinde, varlığının müstakil bir birim olmayıp, tümel aklın oradaki bir aksettiricisi olduğunu da fark ederse, bu defa tümel aklın sahip olduğu şeylerin aynen kendi özünde olduğunu da anlar ve dahi bu yolda ilerledikçe neticede özünü bulmuş olur ki; bu da kişisel varlık yönünden tam anlamıyla bir yokluk veya bir hiçliktir... Bilmem doğru anlamış mıyım?”

“Kısmen böyle... Bu gecelik, bu kadar olsun!.. Zira, daha fazla uzarsa bu görüşmemizin sizi yoracağını düşünüyorum...”

“Yarın akşam mı görüşeceğiz tekrar?”

“Öyle mi arzu ediyorsun?..”

“Hayır!.. Yarın üçten sonra dersim yok... Dilersen buluşabiliriz... Arayı fazla açmak istemiyorum da...”

Gönül söze karıştı:

“Ama ben ne olacağım?.. O saatte bankadan çıkamam ki?..”

Cem cevapladı onu:

“Şekerim, görüşmemizi ben sana anlatırım sonra ve böylece de tartışarak, daha iyi meseleye nüfuz edebiliriz...”

“Özde!..”

“Özde!..”

Ve Elf olduğu yerde kayboluverdi...

Cem ile Gönül hiç kıpırdamamacasına kaldılar bir süre öyle...

Beyinleri âdeta bir elektronik beyin gibi çalışıyordu!..

Neden sonra Gönül yerinden kalkarken konuştu:

“Haydi Cem yatalım artık... Öyle iki-üç konuşmayla kavranılacak şey değil bu anlatılanlar... İyisi mi uykuda kendi kendine yerleşsin hepsi yerli yerine...”

“Sana bir şey söyleyeyim mi, biz ya tamamıyla aklımızı oynatacağız, ya da kimsenin anlayamadığı bir gerçeğe vâkıf olacağız bu işin sonunda...”

“Senin oynatacağını aklın kesiyor mu?”

“Canım lafın gelişi söyledim!..  Ama şu da bir gerçek ki, insanlar; anlayamadıkları, idrak edemedikleri şekilde kendilerine hitap eden pek çok kişiyi delilikle suçlamışlardır... Aslında, onların bu delilik suçlaması, kendilerinin basîretsizliklerinin açık bir itirafından başka şey de değildir!..”

Böylece konuşarak yatak odasına gelmişlerdi...

Saat bire yaklaşıyordu... Hiç konuşmadan, ama düşünceli bir şekilde soyundular, yatak kıyafetlerini giydiler ve uzandılar...

Yorulan dimağları kısa bir süre sonra faaliyete ara vermiş, uyuyakalmışlardı...

21 / 83

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Kitabı İndirebilirsiniz!