Burada önemli olan biyolojik bedenin hangi aşamalardan nasıl geçtiği değil, Âdem diye “yok”tan “Esmâ mânâlarıyla - özellikleriyle” meydana gelmiş – “ceale”; haleka değil – “halife” ismiyle işaret edilen “şuur” varlığıdır. İşin hakikatine eremeyenlerin, işin dedikodusu mahiyetindeki toprak olacak biyolojik bedenin oluşumu tartışmalarıyla ömürlerini boşa harcamaları ne hazindir!
“İblis” ismiyle işaret edilen şeytanî vasıfla tanımlanan varlığın işlevi ise gerçekte ibret alınması gereken olaydır. İblis, hakikati itibarıyla bir Esmâ bileşimi yani melekî kuvve olmasına karşın, kendisinde “El Veliyy, El Mu’min, El Hadiy” gibi bazı isimlerin özelliğinin yeterince açığa çıkmaması sebebiyle; bu isimlerin de açığa çıktığı karşısındaki “ahseni takvim” olan varlığın, derûnundaki bu özellikleri görememiş ve bu yüzden de, onu açıkta kendisine görünen yapısıyla değerlendirerek; onun Esmâ özelliklerince kendisinden üstün olmasını kabullenmemiştir. Yanı sıra, kendisinin Esmâ Hakikatinden var olduğu bilgisinden hareketle, karşısındakinin üstünlüğünü kabulün kendi hakikatini inkâr noktasına getireceğini zannetmiş; bu yüzden de secdeden kaçınmıştır. Çünkü kişi, kendisinde olmayan veriye sahip olanı asla değerlendiremez!
İşte böyle başlayan olay, daha sonra Âdem’î “şuur”un, yasak ağaca yanaşması, yani bedensellik yaşamının gerekleri ile kayıtlanmasına yol açmıştır. Buradaki olay da enteresandır. İblis kendisindeki doğruya göre, Âdem’i yanlışa sürüklemiştir. “Sen Esmâ hakikatinden oluşmuş, sınır ve kayda girmeyen varlıksın, dilediğini yapmalısın. Yasak ağaca dokunmazsan yani bedenselliğinin gereğini yaşamazsan, sınırlanmayı, kaydı kabul etmiş ve böylece de hakikatini inkâra giderek, ölümsüzlük boyutunu yaşamaktan mahrum kalanlardan olmuş olursun” fikrini oluşturmuştur. Böylece hakikatinin sınırsızlığını yaşamak uğruna Âdem ismiyle sembolize edilen mülhime nefs bilincindeki insan, bedensellik, “emmâre” gayyasına düşerek, beden şartlarıyla kayıtlı sınırlı varlık hâline dönüşmüş; “şuur” boyutundaki müşahede ve yaşamdan perdelenmiştir! Hakikatini unutma noktasına kadar uzanmıştır! İşte bu noktada Hakikatin dillenişi olan hatırlatıcıyı -zikri- getiren Rasûller açığa çıkmış ve “insan”a, “şuur” olan hakiki varlığına iman etmesini teklif etmiştir.
“Şuur” varlık olan “insan”ın, “bilinç” sahibi bedende açığa çıkması itibarıyla, “eşi” (bedeni) ile yaşamaya başlaması; dünya yaşamında iken “şuur” sahibi “bilinç” varlık olarak hakikatine dönme mücadelesi vermesi, her şeyin başı olmuştur. Kısaca açıklamak gerekirse...
“Şuur”, Esmâ mertebesi özelliklerinin bir bileşim hâlinde birimsellik görünümünde açığa çıkıp, kendini seyretmesi hâlidir. “Bilinç” ise genetik veriler yani kendisine öncekilerinden akagelen veritabanı yanı sıra, dıştan aldığı şartlanmalar veya astrolojik etkilerle oluşmuş özellikler bütününün adıdır. “Bilinç”, açığa çıktığı beyin itibarıyla kendini yalnızca “beden” olarak düşünür (insansı) ve ona göre yaşar genellikle. “Bilinç”, aklı kullanarak fikirleri değerlendirerek yaşamını sürdürür. Akıl ise bedenin biyolojik yapısının getirisi altında baskılı çalıştığı için, çoğu zaman akılsızca diye tanımlanan, aklın işlevini tam yapamadığı davranışlar ortaya çıkar. Bu yüzdendir ki, aklın kendi başına Hakikati bulması imkânsıza yakın zordur! Çünkü akıl duyularla elde ettiği verilere dayalı hüküm verme durumundadır. İşte bu nedenledir ki, akla, duyu dışı alanda kalan gerçekliğe “iman” ederek yola çıkması teklif edilmiştir. Çünkü işin hakikati, madde ötesi yaşam boyutunda, maddeyi de kapsar şekilde yaşanmaktadır.
Hz. İbrahim kıssalarıyla, yaşayan insana, insanın dışsal veya bilince - bedene ait obje veya özellikleri put veya tanrı edinmemesi gerekliliği anlatılırken; Hz. Lût olayında kendini bedenselliğe kaptırmış cinselliğinin esiri olarak yaşayanların yanlışı örneklenirken... Hz. Musa olayı ile, Firavun’un kendini insanların RABBİ olarak algılamasının yanlışı üzerinde durulmakta; kendini tanıma aşamasındaki hakikatini fark eden insanın karşısına çıkan muazzam tehlike anlatılmaktadır!
Bilinçte açığa çıkan hakikat bilgisi sonucu, kişinin “Hak” olduğunu dillendirmesi her ne kadar mahiyeti itibarıyla doğruysa da; sonuçta kendisini meydana getiren, sonsuz sınırsız “Esmâ özelliklerinden” yalnızca bir yansıma olan “bileşimsel” özelliktir! Açığa çıkan her şey, “bileşimsel” Esmâ özelliğidir! Dolayısıyla da, mahiyeti itibarıyla ne kadar “Hak” olursa da, varlığı “Allâh”tan ise de, “Rabb-ül âlemîn” yani sonsuz sınırsız Esmâ mânâlarının kaynağı ve âlemlerde açığa çıkaranı değildir! Açığa çıkanların “Rabbi” konumunda olması asla söz konusu olamaz! İşte Firavun bu konuda kozalı yani gâfil olduğu için başına gelenleri yaşamıştır. Bu olay hakikati yaşama yolcularının başına gelen “mülhime nefs – bilinç” girdabıdır! Bunun sonucunda kişi hakikate bir adım kalana kadar yaklaşmışken, İblis’in Âdem’e yapmış olduğu “Sınırlanma! Dilediğini yap ki, sınırsız olasın!” fikrine - şeytanına kapılarak nefs-i emmâreye yani bedensellik gayyasına düşmesine yol açar. İşte bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm değişik yönleriyle, Musa - Firavun olayı üstünde durmuştur.