Ben "Muhammedî"yim!

Merhaba dostlarım...

Merhaba canlarım...

Biliyormusunuz, biz “Muhammedîyiz!

Diyeceksiniz ki ne demek “Muhammedî”?

MUHAMMED, Allâh'ın kuludur!

“Allâh kulu” olmak demek, Allâh'ın tüm mahlûkata rahmeti ve şefkati gibi insanlara ayırım yapmadan, hiçbir tefrik gözetmeden faydalı olmaya çalışmak demektir.

Karşılıksız, insanlara birşeyler verebilmek demektir.

İnsanları ellerinde olmayan şeyler yüzünden suçlamamak, kınamamak, küçük görmemek, hor görmemek demektir.

Sevgi demektir; aşk demektir; rahmet, merhamet demektir. Verici olmak demektir; Muhammedî olmak!

Biz, Muhammedîyiz!

Biz Alevî'yi de severiz, Sünnî’yi de severiz, Türk'ü de severiz, Kürt'ü de severiz, Arab'ı da severiz.

Biz Allâh'ın tüm kullarını severiz!

Tüm kullarına hizmet etmeye çalışırız.

İnsanların kendi menfaatleri için ortaya çıkarttıkları şartlanmalar bizi bağlamaz!
Siz, Kürt bir aileden doğmuş olabilirsiniz; Türk bir aileden doğmuş olabilirsiniz... Alevilerin arasında yetişmiş olabilirsiniz... Sünnîlerin arasında yetişmiş olabilirsiniz...

Bütün bunlar, sizi dışardan çeşitli fikirlere şartlandırabilir; ama bizim için bunlar hiç önemli değil!

Bizim için önemli olan, sizin “Allâh kulu” olmanızdır!

İster Türkiye'de dünyaya gelin, ister Afrika’da, ister Amerika'da... Herbirimiz aynı Allâh'ın kuluyuz!

“Muhammedî olmak”,  insanlar arasında fark gözetmemek  demektir; insanları sevmek demektir; insanları hoşgörmek demektir... Çünkü “Muhammedî olmak” demek, insanların kalbinde, özünde, şuurunda “Allâh”ı görmek demektir!

Allâh'ı gördüğünüz o noktada nasıl olur da Allâh'a secde etmezsiniz!

İnsanlar Kâbe'de yusyuvarlak halka olup secde ederler…

Eğer ortada o Kâbe'nin yuvarlağını kaldırırsanız, görürsünüz ki insanların secdesi birbirlerinin varlığında olan Allâh'adır!

“Allâh yukarıda bir tanrı değildir!” diyoruz...

Hepimizin gönlünde, hepimizin şuurunda, hepimizin her zerresinde varolan varlıktır!

Öyleyse sevmediğiniz, kızdığınız, hor-hakir gördüğünüz, nefret ettiğiniz kimdir, farkında mısınız?

Dostlarım...

Bilen vardır, bilmeyen vardır..

Herkes herşeyi bilemez... Herkesin herşeyi araştırma şansı yoktur... Öyleyse biz insanları bilmiyor veya yanlış biliyorlar diye suçlamayalım, kınamayalım, hor görmeyelim!

Allâh'ın sayısız varlıkları vardır; sayısız yaratıkları vardır ve herbirinin de çeşit çeşit görüşleri vardır, güzellikleri vardır, kusurları vardır…

Biz onları hatalarıyla kusurlarıyla eksikleriyle yanlışlarıyla sevmeye çalışalım.

Yarın, öbür gün şu garip dünyadan çekip gideceğiz...

Biz merdiveni dayamışık 50 ye... Bundan sonra 3-5 sene ya yaşarız, ya yaşamayız... Ama ardımızdan üç Kul hûvAllâhû, bir Elham okuyup yollayacak, “Allâh razı olsun” diyecek biri çıkarsa yeter bize... Bunu dedirtemezsek ne yazık bize...

Nice zenginler, nice sultanlar, nice devlet başkanları neler yaptılarsa yaptılar, ve şu anda her şeylerini burada bırakarak geçip gittiler aramızdan.

Kendilerini hayırla andırabiliyorlarsa işte ne mutlu onlara... Kendilerini hayırla andıramıyorlarsa muhakkak ki şu an çok büyük sıkıntı içindeler...

İnsanlar ellerinde olmayan şeylerden dolayı suçlanamaz. Herkesin kendi seçimi olmayan şeyden dolayı horlanması, suçlanması en yanlış olgudur.

Böyle olduğunu bildiğimiz halde niçin insanları “bu Türktür, bu Kürttür, bu Araptır, bu Çingenedir, bu Lâzdır, bu Çerkezdir”diye yanlış yorumlarla ithama kalkışıyoruz...

İnsana yakışır mı bu?...

Biz, o sonsuzlukta, Allâh'ın ilminde yaratılıp şu anda dünyada geçici bir süre için yer alan varlıklarız... Ve belki de yarın bu dünyadan geçip gideceğiz...

Biz Allâh'ın tüm kullarını severiz!

Böyle geçici bir süre için kaldığımız şu dünyada birbirimize hayatı zindan etmenin, birbirimize çektirmenin, birbirimize azap etmenin, birbirimizi harap etmenin âlemi mi var?...

İslâm'ı anlamak istiyorsanız, bir Mevlâna'ya bakın... Bir Yunus Emre'ye bakın... Bir Hacı Bektaşî Velî'ye bakın... Bir Ahmed Yesevî'ye bakın...

Kendinize örnek alacağınız o kadar mânâ ehli, o kadar çok sır ehli zevat var ki!...

Bunlar işte, İslâm'ı temsil eden kişiler! Bunlar işte Muhammedîliği temsil eden kişiler!
Sizin başınızı yana eğmenize, sizin kolunuza kısa gömlek giymenize, sizi namaz kılarken başınıza takke takmamanıza bakıp da suçlayanlar İslâmiyeti bilmiyorlar!

İslâm'ın Düşünce Sistemi”ni, “İslâm'ın ruhu”nu anlamak istiyorsanız sizin bakıp yöneleceğiniz  kişiler, o mânâyı paylaşan o yüce zâtlar!

İşte “Ben Muhammedîyim” diyorum!Ki bunun mânâsı; “Ben insanların tarikatları, mezhepleri, inançları ne olursa olsun onlara rahmetle yönelme durumunda olanlardanım” demek istiyorum…

Muhammed Mustafa'nın ceddi de İbrahim Nebi idi.

Size O’nun bir olayını anlatarak konuşmama son veriyorum…

İbrahim Nebi, biliyorsunuz keremiyle, zehasıyla ünlü bir zât!

Sofrasında kimse olmadan boğazından bir lokma geçmezmiş.

Bir akşam yine sofrasını kurmuş. Gelen olmamış, yalnız kalmış. Rabbine yakarmış...

“Yarabbi! Yine sofram boş kaldı! Ne olur bir misafir yolla soframa…”

İbrahim’in duasını kabul etmiş Cenâb-ı Hak...

Derken biraz sonra birisi seslenmiş dışardan...

“Kimse var mı burda?”

Hemen fırlamış yerinden İbrahim, kapıyı açmış.

“Hoşgeldin”, demiş... “Buyur...Tanrı misafiri eyvallâh... Gel, otur” ...

Oturmuşlar, ne varsa sofraya konmuş...

“Bismillâh” demiş, elini uzatmış İbrahim Nebi...

Adam da elini uzatmış, ordan ekmek koparmış...

“Aaa!” demiş İbrahim, “Besmele çek! Allâh'ın adını an! Bu nimeti bize veren Allâh!”…

Yaşlı, sakalları göbeğine düşmüş ihtiyar, “Ben” demiş, “Tanımam senin rabbini... Kimdir o?..”

İbrahim aleyhisselâm; “Olmaz!” demiş... “Bana Alllah'ın verdiği bu rızkı, O’nu tanımayan, O’nu reddeden birine nasıl veririm?”…

“Peki öyleyse”, demiş, kalkmış adam.

Dışarı çıkmış, giderken vahiy gelmiş İbrahim'e:

“Ya İbrahim!.. Beni inkâr eden o kulumu ben yüz senedir yaşatırım, rızkını veririm, bir kere kapımdan kovmadım da; sen nasıl benim kulum olarak onu geri çevirirsin!..”

Hemen fırlamış yerinden, koşmuş.

“Aman!...” demiş, “Gel! Hata ettim.. Senin yüzünden Rabbimden azar işittim.”

“Hayır ola!...” demiş adam.. “Ne oldu?...”

“Benim Rabbim buyurdu ki:  Ben, yüz senedir o kulum beni tanımadığı hâlde  onun rızkını veririm de, sen kim oluyosun onu kapından, sofrandan geri çeviriyosun!… Gözünü seveyim,” demiş, “Gel otur soframa, paylaşalım seninle...”

“Senin Rabbin mi dedi?” demiş..

“Senin Rabbin büyük, yüce bir Rabmiş!.. Ben iman ettim senin Rabbine!”…

Biz, İbrahim'in neslindeniz!

Biz, Muhammed Mustafa'nın neslindeniz!

Biz “Muhammedîyiz!”...

Öyleyse insanları sevelim, kucak açalım, fark görmeyelim; etiketi ne olursa olsun…

AHMED HULÛSİ
İSTANBUL, 1993

Bu yazı kitabından alıntıdır. Online okumak için tıklayınız!

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Bu Yazıyı İndirebilirsiniz!