Kur'ân-ı Kerîm Nasıl Anlaşılır?
En büyük ZİKİR olan Kur’ân-ı Kerîm bahsine gelmeden önce, kısa bir şekilde, Kur’ân-ı Kerîm’in nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde, fazla derine girmeden, sadece ana hatlarıyla durmak istiyorum. Zira, bize “ONU ANLAYASINIZ DİYE” denilerek inzâl olmuştur.
Bütün mahlûkat, şartlandırılarak, ezberletilerek bir şeyler yapabilir. Ancak, sadece İNSAN, idrak ve tefekkür gücüne sahip varlık olarak, ve bu özelliği dolayısıyla, “ALLÂH’IN YERYÜZÜNDE HALİFESİ” olmak şerefine nail olmuş; bu gerçeği idrak edip gereğini yaşayabilenlere de “ŞEREFLİ MÜSLÜMANLAR” denilmiştir. Elbette ki, takliden bir şey yapabilenler de “yakîn”leri ölçüsünde bundan hisselerini alırlar.
Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak için önce “tâhir” olmak, yani “arınmış” olmak gerekir. Çünkü, “Arınmamış olanlar dokunmasınlar” deniliyor... Bu âyeti maalesef yanlış anlıyor; gidip suyla yıkanıp, abdest alıp “arındığımızı” sanıyoruz! “Tâhir”in zıddı olan “necîs”in yani necâsetin, yani pis-kirli olma hâlinin ne olduğunu, bakın nasıl tarif ediyor aynı KUR’ÂN:
“...KESİNLİKLE MÜŞRİKLER NECÎSTİR (pisliktir)!” (9.Tevbe: 28)
Yani, necîs olma hâlini meydana getiren “şirk” düşüncesidir!
İşte bu iki âyet bir bütünleme ile şunu ifade etmektedir:
“ŞİRK düşüncesiyle kirlenmiş olan müşrikler, bu pis düşünceden ARINMADAN KURÂN’A EL SÜRMESİNLER; çünkü şirk düşüncesiyle, ALLÂH’ın Vahdâniyetini, TEK’LİĞİNİ, AHADİYETİNİ anlatan bu ‘Kutsal Kitabı’ anlayamazlar...”
İnsanların, birimsellikten doğan bir biçimde, gökte hayal ettikleri TANRI’ya, bakış açılarına karşın; ALLÂH’ın Vahdâniyetini, AHADİYETİNİ, SONSUZ-SINIRSIZ TEK OLUŞUNU en açık-seçik bir biçimde vurgulayan ve Tek’ten çoğa bakış açısını açıklayıp öğretmeyi gaye edinmiş olan KUR’ÂN-I KERÎM’in anlaşılması, elbette ki kolay değildir.
İşte bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak istiyorsak, önce ŞİRK düşüncesinin pisliğinden ARINMAK mecburiyetindeyiz.
Nedir ŞİRK düşüncesi?..
TANRI kabulü, TANRI vardır zannı ŞİRK düşüncesinin temelidir!
Senin dışında; yukarıda; ötede; seni uzaktan duyan, gören; kâh senin yaptıklarına karışan, kâh müdahale etmeyen; senin yaptıklarına bakıp, ona göre seni tanıyıp, hakkında karar verecek olan; kızdırırsan seni cehenneme atacak; bir punduna getirip onu kandırabilirsen cenneti sana ikram edecek olan; kâh celâlli, kâh da çok tonton merhametli büyükbaba gibi bir TANRI var sanmak! İşte şirk denen olayın ta kendisi budur! Ve tabiidir ki, buna bağlı olan tanrılık ve tanrıya tapınma kavramları, şirkin detaylarını teşkil etmektedir.
İslâm dininin, insanı ŞİRK kavramından kurtaracak anlayışı, sistemi ise Allâh Rasûlü Muhammed Mustafa Efendimiz AleyhisSelâm tarafından şöyle tarif edilmiş ve formüllendirilmiştir:
“TANRI YOKTUR, sadece ALLÂH vardır.”
Bu demektir ki özetle...
Sizin düşündüğünüz gibi, bir tanrı ve tanrılık kavramı kesinlikle mevcut değildir; ALLÂH vardır ve O’nun oluşturduğu kendi sistemi mevcuttur.
“Zikrin faziletlisi Lâ ilâhe illAllâh’tır.”
“Lâ ilâhe illAllâh, diyen cennete girer, hırsızlık yapsa da, zina yapsa da.”
Gibi hadîs-î şerîf hep Kelime-i Tevhid formülünün mânâsının yüceliğine dikkat çeker. Yani, bir kişi bütün bunları yapsa dahi, Kelime-i Tevhid formülünün taşıdığı anlamı kavradığı zaman; artık bu yaptıklarına tövbe eder; tanrı var tahayyülünden ileri gelen yaptığı yanlış işlerden vazgeçer; Allâh’a yüzünü döner; gereğini yaşar ve bu da ona cenneti getirir, demektir...
Bu konunun daha detaylı açıklamasını isteyenler “Hz. MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH” isimli kitabımızı inceleyebilirler.
Evet, cenneti nasıl yaşamaya başlar insan?.. “Onlar dünyada iken cennet nefhalarını almaya başlarlar” buyuruluyor… Ne demektir bu?..
İnsan, ÖTEDE BİR TANRI ya da ÖTESİNDE BİR TANRI şirkinden arınmaya başladığı zaman; SONSUZ-SINIRSIZ ALLÂH kavramını yavaş yavaş fark etmeye, idrak etmeye ve hissedip, yaşamaya başlar...
İdrak eder ki, SONSUZ-SINIRSIZ ALLÂH, her zerrede, tüm varlığıyla mevcuttur; ve dolayısıyla kendi benliğinde, özünde, her zerresinde kemâliyle, Zât’ına yakışır şekilde “O” vardır!.. Yıllardır ötelerde sandığı; özünden, benliğinden yüz gösterivermiştir kendisine!..
“Ben taşrada arar idim, O’l cân içre cânan imiş!..” mısraları dökülüverir ağzından... Sonra bakar görür ki, her zerre de yüz gösteren “O”!..
“...Ne yana dönersen VECHULLÂH karşındadır (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!..” (2.Bakara: 115) âyetinin “Sır”rını idrak eder ve her yerde ve her şeyde O’nu sevmeye başlar. Kimseye kızmaz, küsmez; kimsenin hakkını yemez; kimseye dil uzatmaz; kimseyi istemediği bir işe zorlamaz; geçici değerlerle vakit harcamak yerine, kalıcı hizmetlerle vaktini değerlendirip; hem fiilleriyle, hem diliyle, hem bilinciyle hep sevdiğini zikreder hâle gelir. Eskiden, İslâmiyet kendisine çok zor gelirken; şimdi kendisine çok basit ve çok kolay geliverir!
Zaten nedir ki?
Kelime-i Şehâdet’i dille tekrarlamak bir yana, hâliyle yaşamaya başlamıştır...
Farz olan beş vakit namaz! Nedir ki? Sabah, velev ki kalktığında, elini yüzünü yıkarken, ayağını da yıkayıp almış olur abdesti; ve alt tarafı, iki dakikadır, iki rekât sabah namazı!
Öğlende, bir fırsatını bulamaz mı dört dakikacık!.. Dört rekât da farz öğle namazı; “madde”nin tüm stresi içinde, dört dakikalık sonsuzluk tasavvuruyla yaşanan, dört rekât öğle namazı...
İkindi namazı için... Farz olan dört rekât namaz için bulunamaz mı dört dakika? Senin gerçek boyutun olan o sonsuzluğa açılan pencere!
Akşam eve gelmişsin; günün bütün dünya dertlerinden kendini soyutlayabilmek için; elini yüzünü yıkayıp, abdest alıp üç dakikalık, üç rekâtlık özündeki sonsuzluğa yöneliş, o sonsuzlukta huzur!..
Ve nihayet yatmadan önce, günün bütün problemlerinden arınıp, kendi gerçek âlemine dalmayı kolaylaştıracak dört rekâtlık, farz olan yatsı... İşte üzerine farz olan; İslâmiyete göre, bu kadar az ve basit! Topunu toplasan günde 17 dakikacık! 1440 dakika içinde sadece 17 dakika!
Ama istiyorsan, daha fazlası diyorsan; “Beni, sonsuz bir gelecek bekliyor, benim orada daha pek çok şeylere ihtiyacım olacak” idrakına gelmişsen; dilediğin kadar arttırırsın yararlı çalışmalarını.
Namazdan sonra ne var, Hac...
İşte bu da son derece önemli bir konu. Hacc’ın niçin çok önemli olduğunu, neyi nasıl getirdiğini tüm sistemiyle, “İNSAN VE SIRLARI” isimli kitabımda izah ettim. Hz. Rasûl AleyhisSelâm buyuruyor ki:
“Hacc’a gitmekte acele ediniz!.. Çünkü hiçbiriniz ileride karşısına hangi engellerin çıkacağını bilemez!”
Ve gene ŞİDDETLE UYARIYOR ki:
“Kim gitmesine engel olacak şiddette bir hastalık yahut Hacc’ı yasaklayan ZÂLİM SULTAN yahut da yoksulluk olmadığı hâlde HACC’A GİTMEDEN ÖLÜRSE, o kimse ister YAHUDİ ister HRİSTİYAN OLARAK ÖLSÜN!”
Bu, dini tebliğ edenin hükümleri göstermektedir ki Hac acilen yerine getirilmesi zorunlu bir ibadettir! Niye?..
Çünkü Hacc’da, o güne kadar bilerek ya da bilmeyerek yapmış olduğun TÜM suçların -kul hakkı da dâhil- tamamıyla silinmekte; ayrıca “anandan doğduğun günkü kadar günahsız olarak” dönmektesin; ve “Acaba affolundu mu?” diye düşünmeni de Hazreti Rasûlullâh, “en büyük günah” olarak değerlendiriyor!
Böyle bir fırsat kaçırılır, terk edilir mi? Ölümün, hele günümüz şartları içinde, ne zaman geleceği hiç belli değilken; bir an önce, bizi azaba sürükleyecek tüm menfi yüklerden arınıp sıfırlanmak varken; bunca menfi yükle, günahla ölüm ötesi âleme geçmek mantık işi mi?
Hele, bunu yapmamaktan dolayı bir HRİSTİYAN veya YAHUDİ inançsızlığını göze alarak ölmek söz konusuyken!
İkinci olarak, bir de Hacc’ın manevî yanı var!.. Hiç olmazsa, çok kısa bir süre de olsa; sanki kefen giyer gibi, dünyadan soyunarak ihrâmları giyip; madde dünyasından ve onun tüm geçici değerlerinden arınıp; sonsuzluğun tarifi mümkün olmayan ÜST MADDE değerlerinin içine dalmak! Bilinç boyutunun sonsuzluğunda, benliksiz bir biçimde kulaç atmak!.. Kâbe’de dahi Vechullâh’ı görebilmek! Ve “Yâr ile sohbet” etmek!..
İleri gidiverdiysek affola! Ama sızıverdi testiden işte!..
Neyse gelelim “Oruç” ve “Zekât”a da...
Oruç, insana sanki yapısındaki melekî boyutu hissettirmek için konulmuş özel bir farz!.. Büyük rahmet!.. Sen, yemeden, içmeden, seks yapmadan ve seks düşünmeden, başkalarının hakkında kötü düşünmeden, kötü konuşmadan da durabilen ve böyle yaşayabilen bir meleksin idrakını hissettirmek için konmuş bir farz!.. Senede, 365 gün içinde, sadece 29 gün! Sana bu beden olmadığını, bir bilinç varlık, düşünsel varlık olduğunu, melekî boyuta ait bir varlık olduğunu fark ettirmek için konulmuş bir farz!
Ve zekât!.. Anladıysan, her zerrede, her birimde var olanın gerçekte sadece “O” olduğunu, paylaş onlarla hiç olmazsa varlığının kırkta birini; diyen anlayış...
İşte en basit anlatımıyla İslâm...
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin!..”
Buyuran Efendimiz Rasûlullâh AleyhisSelâm’ın bildirdiği Kurân’ın bize en öz mânâda anlatmak istedikleri ve bizden talep ettikleri. Şayet bunları anlayabildiysek...
Şimdi de önce “GÜNAH”ı anlayalım sonra da “İstiğfar”ın ne olduğunu ve nasıl bir düşünceyle yapılması gerektiğini.
“Dağlar gibi kuşatmış, benlik günahı seni
Günahını bilmeden, gufrânı arzularsın.”
(Niyazi Mısri’den)
İşte bundan sonradır ki; artık KUR’ÂN-I KERÎM’e “EL SÜREBİLİR” ve ZİKRE, DUAYA başlayabiliriz. Buyurun...
AHMED HULÛSİ
1991