İnsanın Âkıbetinin Bilimsel İzahı
Daha sonraki bölümlerde de bilvesile değineceğimiz bir biçimde, insan ruhu; 120. günden itibaren beynin ürettiği bir tür dalgalardan oluşan holografik beden şeklinde, insan yaşadıkça gelişir.
Nihayet kişi, bulûğa erme denen östrojen ve androjen hormonlarının üst düzey faaliyete geçişiyle birlikte mesûliyet devresine girer. Bu, şu demektir. Beyin, bu hormonların kimyasal etkisiyle birlikte yanlış zihinsel faaliyetlerini negatif yük olarak ruha kaydetmeye başlar!.. Yani günah olarak!.. İki omuzundaki iki melek tarafından!.. Ayrıca gene bu beyin faaliyetleri, pozitif ve negatif yük esasıyla ve her beynin kendine has şifresiyle boşluğa yayın yapar.
Şayet 120. günde beyin cevheri oluşurken, burada bir devreyi açacak olan ışın (melek) beyne isâbet etmiş ise, bu takdirde beyin bir tür antiçekim dalgasını ruha yükleyecek ve neticede, bu enerji ile “ruh” ya da “dalga beden” Dünya’nın manyetik çekim alanına karşı güç ile Dünya’dan ve cehennemden kendini kurtarıp, cennete yani sayısız yıldızların boyutsal derinliklerine gidebilecektir.
Aksine, beyinde bu devre açılmamış ve dolayısıyla da bu antiçekim dalgası “ruha” yüklenmemiş ise, bu defa o “ruh” da kendini Dünya’nın ve daha sonra da Güneş’in yani cehennemin manyetik çekim alanından kurtaramayacak ve neticede ebedî olarak orada kalacaktır!..
Bu arada hemen şu durumdan da söz edelim: Müminler, günahları kadar cehennemde yanacaklar ve sonra oradan kurtulup cennete gidecekler, şeklinde izah edilen olay nasıl gerçekleşecektir?.. Cehenneme düşen oradan kaçmayı başaramazsa bir daha oradan kendini ebediyen kurtaramayacağına göre bu nasıl olacaktır?..
Bu anlatılan olaya sebebiyet veren şey, kişinin günahlarının fazlalığı ya da sevaplarının eksikliğidir. Yani “ruh”a yüklenen “enerji dalgasının” gücüdür. Ve henüz cehennem yani Güneş, tümüyle Dünya’yı yutmadan evvel kaçış sırasında, yani Sırat geçilirken yaşanacak bir olaydır!..
“Cehennem gelip her yanından Dünya’yı sardığı zaman...”
Şeklindeki tarifte olduğu üzere, bu devrede bütün insanlara, Dünya üzerinde toplanma imkânı oluşacaktır.
“Mahşer” kelimesiyle anlatılan bu toplantı anında;
O süreçte arz (beden), başka arza (bedene) dönüştürülür, semâlar da (bilinçler de başka bir algılayışa)! (Hepsi) Vâhid, Kahhâr olan Allâh’a bârizdirler (içyüzleriyle apaçık ortadadırlar). (14.İbrahiym: 48)
Âyetinde işaret edildiği gibi, değişik bir ortam ve yaşam şekli içinde bu gerçekleşir. O sırada Dünya, gelmiş geçmiş bütün insanların üzerinde toplandığı bir ovaymış gibi olur!..
SIRAT ise bir kaçış yoludur!.. Kaba mânâda anlaşıldığı üzere taştan-betondan bir köprü değil, bir tür hava köprüsü!.. Bir tür kaçış yolu...
Ve bütün bunlar, bugünkü zaman şartlanması içinde anlaşılacak bir olay da değidir!.. Zira o günün şartları içinde bir günün uzunluğu;
Melekler ve ruh, miktarı (size) elli bin sene gibi olan bir süreç içinde urûc ederler (hakikatlerindeki Allâh’a ermek için yöneliş süreci) O’na. (70.Me'aric: 4)
Âyetinde belirtilen süredir. Yani, şu anda aklımızın kavrayamayacağı kadar uzun süreçte!..
Ölümü tadışla birlikte, bildiğimiz tüm zaman ölçüleri altüst olur!.. Fizik bedenin yitirilişi ve Dünya’nın gece-gündüz şartlarının dışına çıkışı ile birlikte, kişinin zaman mefhumu tümüyle kalkar!..
Esasen, evrensel zaman boyutlarını şu anda bizim hafsalamızın almasına imkân yoktur. Bir Güneş senesi, şu andaki anlayışımıza göre 255 milyon senedir. Acaba bu rakamın ne demek olduğunun farkında mıyız?.. Dünya’nın varoluşundan bu yana milyarlarla seneler geçmiştir. İlk insanın yeryüzünde görülmesinden bu yana geçen senelerin sayısı yüz milyonlarla ölçülmektedir.
Okuduğumuz zaman, sanki birkaç saatin içinde olup bitiverecekmiş gibi gelen mahşer yeri yani sırat kaçışı devresi bugünkü zaman ölçülerimizle belki de yüz binlerle yıl sürecektir. Bunun bilincinde miyiz?..
Yahudilerin, Tevrat’tan naklen uydurduğu 7000 sene meselesi esasen son derece kısıtlı kafaların uydurup, bizlerin de üzerinde hiç düşünmeden kabul ettiğimiz rakamlardır ki, bunların hiçbir gerçekle alâkası yoktur!..
Ölüm ötesi yaşam zamanını “1 gün = 50 bin sene” boyutları ile anlamaya çalışmak asgari şarttır.
Keza çeşitli hadîs-î şerîflerde belirtilen ölüm ötesi ile ilgili zaman birimlerini dahi gene asgari bu şartlar içinde değerlendirmek gerekir.
Yeryüzü ve semâların oluşumu ile alâkalı olarak bahsedilen “Altı gün”, “Yedinci gün” gibi tâbirlerdeki her bir gün kavramını dahi, evren boyutlarından “GÜN”ler olarak değerlendirip, “ALLÂH indîndeki günler” olarak anlayıp, bunların bizim şu andaki zaman anlayışımıza göre milyarlarla seneyi içine alacağına özel bir dikkat göstermek mecburiyetindeyiz.
Esasen şu anlattığım rakamları, belli bir eğitim ve kültürü olmayanların kabul etmesi son derece güçtür!.. İnkârları çok mümkündür. Hele bu milyarlık “GÜN”lerden 1400 sene evvel bahsolmuş olsaydı!!!
Gerçek boyutlardan, gerçek olaylardan, yaşanacak şartların gerçeklerinden sadece “minyatürize” ölçülerde, misal yollu bahsetmesine rağmen, O muhteşem insan Hz. Muhammed (aleyhisselâm) hakkında “mecnun” tâbirini kullanan akıl mahrumları, acaba bir de olayın milyarlarla senelere dayanan gerçek yanını duysalardı ne yaparlardı?..
Uzağa gitmeye, 1400 sene öncesine gitmeye gerek yok!.. Siz ya da çevrenizdekilerin kaçı yüz milyonlar ya da milyarlarca sene sürecek zaman boyutunu hafsalanıza sığdırabiliyorsunuz?..
Evet, belki, yarın kopacak kıyamet; belki de milyar sene sonra!.. Ama şu gerçeği kesinlikle kafamızdan çıkartmayalım!..
Zaman, asla bizim şu anda anladığımız gibi bir şey değildir. Uyuyup da rüyada geçirdiğiniz zamanı asla anlayamazsınız. Rüyada gördüğünüz olay, bazen seneleri kaplar; ama şu zaman anlayışımıza göre en uzun rüyanın iki dakikaya yaklaştığı bilimsel olarak tespit edilmiştir!.. Rüya görmediğiniz anda geçen zamanın ise asla farkında değilsinizdir!.. Bazı saatler vardır, saniye gibi geçer; bazı dakikalar vardır, günler gibi gelir!.. “Gecenin uzunluğunu hastaya sor” sözü meşhurdur. Ölüm ötesi yaşamın on binlerce senesi, bu Dünya itibarıyla, sanki saatlermişcesine geçecektir.
Dolayısıyla bu arada şunu belirtmek isterim...
Ölümü tadış ile birlikte içine girilecek zaman boyutu, bildiğimiz gün ölçüleri değildir. Hele, kabirde hapis kalacak insanlar için zaman boyutu son derece farklı bir biçimde geçecektir.
Bütün bunlar insanların akıllarının alamayacağı ölçülerde olduğu için de son derece minyatürize boyutlarda konuşulmuş ve anlatılmıştır!.. Aslı öyle olduğu için değil!.. Akıllar kavrayamadığını reddedip de, geleceğin gerçeklerinden mahrum kalmasınlar diye... Nitekim:
“İnsanlara akılları ölçüsünde konuşunuz!..”
Uyarısı da, yapılan konuşmaların niye böylesine minyatürize boyutlarda gerçekleştiğini izaha yeterlidir.
AHMED HULÛSİ
1986