Şam Seferi
Bu arada Irak’ta bulunan Hz. Halid’e de bir mektup yollayan Halife Hz. Sıddîk, Ona Şam üzerine hareket etmesini; kendisinin Medine’den göndereceği ordunun kumandasını ele almasını; Onun ordusunda bulunan yorgun veya memleketine dönmek isteyen askerler varsa, onları memleketlerine gönderip, onların yerlerine kendisinin yolladığı ordudan adam koymasını bildirmişti.
Medine’de toplanan muazzam orduya, Ebu Süfyan’ın oğlu Yezid’i kumandan tayin eden Hz. Ebu Bekir es Sıddîk; Ona çok önemli tavsiyelerde de bulundu. Bu tavsiyelerden bazıları şunlardı:
− Sakın gururlanma!.. Cenâb-ı Hak gururu ve gururlananları sevmez.
Askerlerle aranın iyi olmasına çok dikkat et!.. Onlara daima hayırdan bahset ve hayır vadet. Askere nasihat ettiğin zaman, sözlerini kısa tut; zira sözün uzun olursa, sonu başını unutturur. Kendini ıslah et ki onlar da ıslah olsunlar.
Namazlarını erkân ile ve vaktinde kıl; vaktini geçirme!..
Düşman elçileri yanına geldiği zaman, onlara izzet ikram göster, fakat yanında çok tutma!..
Askerlerinin durumunu anlayamadan gitsinler. Onlara askerlerini gösterecek olursan, onların zayıf taraflarını görürler. Bilakis, onları en değerli, en seçme askerlerin arasında kabul et!.. Senden başka hiç kimsenin onlarla görüşmesine müsade etme!..
Kimseye sır verme!
Geceleri uyanık olup arkadaşlarınla sohbet et ki, yeni yeni haberler alasın. Geceleri daima askerlerine nöbet beklet ve karakolları çoğalt!..
Vakitli ve vakitsiz onları dolaşıp, daima kontrolün altında bulundur!..
Doğru sözlü kimseler ile görüş!.. Sen korkma ki başkaları da korkmasınlar!..
Ganimet malını da çok iyi muhafaza et! Çünkü o emanettir!..
Ordunun Şam’a müteveccihen hareketinden bir zaman sonra, yol üzerinde bulunan, o zamana kadar alınmamış olan kale ve şehirlerin teker teker zaptedilip, İslâmiyete kazandırılmış olduğuna dair haberler Medine’ye ulaşmaya başladı...
Az bir şey mi idi bu?..
Bir yanda, zamanın iki büyük imparatorluğundan birisi olan İran imparatorluğu, iyiden iyiye yıpratılmış; onun önemli bir parçası olan Irak, aşağı yukarı baştan sona feth olunmuştu...
Şimdi de zamanın diğer büyük olan imparatorluğu olan Doğu Roma İmparatorluğu’na gelmişti sıra... Onun güneydeki en büyük şehri olan Şam’ın, müslümanların eline geçmesi; şüphesiz ki bu imparatorluğa vurulmuş olacak çok büyük bir darbe idi...
Ve elbette ki, hepsi bu kadarla kalmayacak; İslâmiyet bir sel gibi, bir rüzgâr, bir fırtına, bir kasırga gibi, bütün yeryüzüne dağılacaktı... Her ne kadar; kendi menfaatini, kendi çıkarını isteyen insanlar ve devletler bunu istemese de...
İşte, Yüce İslâm’ın ulu ve eşsiz Halifesi Hz. Ebu Bekir es Sıddîk; kâinatın en büyük, en mükemmel, ve eşsiz bir yaradılışına sahip olan Âhir zaman Nebisi Hz. Muhammed Mustafa AleyhisSelâm’ın izinden yürüyerek; O’nun bildirmiş, O’nun nakletmiş olduğu, Allâh’ın emirlerine uyarak; İslâmiyeti bugünkü hâline getirmiş, yeryüzüne dağılan yolların kapılarını açmıştı.
Artık İslâmiyet, bu açılmış olan kapılardan yeryüzüne bir ışık hızı ile dağılacak; kopkoyu bir karanlığa, şahsi ve hayvani hislerini tatminden başkalarını düşünmeyen insanların kaplamış olduğu dünyaya, ansızın Güneş gibi ışık saçacaktı!..
Ne çare ki, yeryüzündeki, ışıktan kaçan yarasalar hiçbir zaman da ortalıktan kalkmayacaklar; kıyamete kadar yaşayıp, ortalığı karanlığın kapladığı anda meydana çıkacaklar, birçok zavallı insanın kanlarını emeceklerdir!..
Evet, İslâmiyet bütün Dünya’ya ışık saçacaktı demiştim...
Allâh’ın emirlerine, Rasûlü Ekrem’in göstermiş olduğu şekilden dışarı çıkmamak suretiyle riayet eden Hz. Ebu Bekir es Sıddîk ve ondan sonra gelen Hz. Ömer el Faruk gibi yapıldığı müddetçe; İslâmiyet bütün Dünya’ya ışık saçacaktı.
Tıpkı, bizim gibi önümüze getirilen bir uçağı, onu kullanmasını öğreten hocanın emirlerine riayet ederek kullanıp, en yükseklere çıkan insanlar gibi...
Ve ne zaman ki sonradan gelenler, Hz. Sıddîk’ın, Hz. Ömer’in yürüdüğü yoldan ayrılıp, bilmedikleri yerlere saparlar; işte o zaman hem kendileri hem de onları takip edenler; karanlığa düşerler, ışıkları kaybolur...
Böylece ışık gittikçe azalıp da az bir zümreye münhasır kalana kadar... Artık bu karanlık içinde yaşarlarken, birisi kollarından, ışığın mevcut olduğu yere çekerse ve onlar da kendilerini kurtarmak isteyenlere uyup, aydınlığa çıkabilirlerse ne mutlu...
Tıpkı, verilmiş olan uçağı hocasının öğrettiği tarzda kullanıp onunla en yükseklere çıkan ve sonra da başkalarının da haklarını kullanması için uçaktan inip de oradan ayrılan insan gibi...
Eğer sırası gelenler kendilerinden evvel binenlerin uçağı kullandığı gibi kullanmazlarsa, bir zaman sonra uçak normal gidişi terk edip, düşmeye başlar... Velev ki o esnada birisi kendisine nasıl hareket etmesi lazım geldiğini söyleyip, o da yol gösterenin dediklerini tatbik ederek vaziyetini kurtarsın...
Eğer, Hz. Ebu Bekir es Sıddîk’ın, Hz. Ömer’in yürümüş olduğu yolu terk edip de, karanlıklar içinde kalan insana; bir kurtarıcı eli erişmez veya herhangi bir sebeple, kendisine uzatılmış eli, karanlıkta kalan insan tutmaz ise, sonu onun için muhakkak felaket olur... Artık onun bu hareketi intihar demektir.
Tıpkı, uçakta kendisine öğretileni yapmayıp da çok güç duruma düşen insanın, kendisine o anda akıl öğretecek birini bulamaması; veya böyle bir kişiyi bulup da onun dediklerini tatbik edememesi gibi bir durum... Artık bu, söz dinlemez acemi pilot için bir felaket olur... Onun intiharı demektir bu inatçılığı...
Evet, İslâmiyet, insanlara -yolunda yürüyüp, emirlerine riayet olunduğu müddetçe- bir Güneş gibi ışık saçacaktı...
Ve gene de saçacaktır...
İşte, ışığın yayılması için ilk kapılardan birini açmaya gayret edip, canını dişine takmış asil insanlar; nihayet Şam’ı muhasara ettiler... Neredeyse kapı açılacak artık!..
Ve bu haber de Medine’ye ulaştı... Herkes, büyük heyecan ve merak içinde bu mutlu haberi bekliyor... “Açıldı” sözünü bekliyor...