Şimdi dikkat, bir üst boyuta çıkıyoruz... “Ahad”ı, “mânâların toplamından da meydana gelmemiştir” diye anlamaya başlıyoruz artık...
Esmâların oluşturduğu, Esmâlardan teşekkül etmiş bir Zât değil!.. Zât’ın ilim sıfatının oluşturduğu mânâlar söz konusudur burada...
Dolayısıyla O, dilediği esmâları meydana getirmiştir!
“Dilediği esmâları meydana getirmiştir” sözünün neticesi olarak da O’nun bir “sûreti” olmaz!.. Sûret derken, fizik sûreti değil, mânâ sûreti diyorum. Herhangi bir mânâ sûretini yaratma mecburiyeti altına, kaydına da girmez!
Eğer ki, malûmu olan bir şeyi meydana getirmek mecburiyetinde olursa, o zaman onun bir mânâ sûreti de ortaya çıkar.
Hâlbuki...
İlminde, dilediği gibi hükmetmek sureti ile dilediği mânâları icat etmiş ve bu mânâlardan oluşan âlemleri yaratmıştır.
Yani âlem, Efâl mertebesi itibarıyla değil, Esmâ mertebesi itibarıyla yaratılmış; hakikati itibarıyla “yok”tan var olmuş, “yok” olan âlemlerdir!
Dolayısıyladır ki, her şey, O’nun Zât’ında, ilminde mevcuttur ve mevcudat, ilmin dışında vücud kokusu almamıştır!
“İlim, malûma tâbidir” diyenlerin yanılgısının sebebi de şudur...
Onlar, aşağıdan yukarıya bakış açısı itibarıyla meseleyi çözmeye çalışmışlardır. Daha doğrusu, Velâyeti Suğra ilmi kemâlâtı ile olayı çözmeye çalışmışlardır.
Velâyeti Suğra ilmi itibarıyla, halktan Hakk’a urûc söz konusudur. Nübüvvet ilmi olan Velâyeti Kübrâ’da ise, Hakk’ın halka tenezzülü hakikati geçerlidir.
Nübüvveti Târifiye ilmine ve kemâline sahip BakâBillâh mertebesindeki İnsan-ı Kâmil indînde, malûm, ilme tâbidir!
Buna mukabil, Velâyeti Suğra kemâlâtındaki urûca dayalı müşahedede, ilim, malûma tâbidir... Bunun sebebi, malûmun sâbitliğidir. Velâyeti Suğra marifetiyle urûc yollu baktığın zaman, malûmun sâbitliği müşahede edilir.
Fakat, Nübüvvetin hakikati olan Velâyeti Kübrâ ilmiyle olaya bakıldığı zaman, Zât’ının dışında hiçbir şey mevcut değildir!..
Bu yüzdendir ki, Zât’ın Zât’ına olan ilmi sonucu dilediği mânâları icat etmesi, “yok”tan var etmesi söz konusu...
Dilediğini icat etmesi, “yok”tan var etmesi gibi cümlelerle işaret ettiğimiz şey, “Esmâ mânâ”larıdır!.. Efâl mertebesini zaten konuşmuyoruz!
O, mânâları icat ediyor, yaratıyor; o mânâlar birbirini kendilerinin özelliklerine GÖRE Efâl olarak algılıyorlar her an!
“Her an” diyerek, bize göre konuşuyorum; gerçekte ise var olan her an değil, Tek bir An’dır...
Çünkü tüm varlık, tek bir tecellinin neticesidir, “Tecelli-i Vâhid” denilen!..
Nokta’da olup bitmiştir her şey!.. Elif ve gerisi ise, sadece hayal!