(4) Her birim, her bir anda, kendisinden daha önceki süreçte açığa çıkmış olanın sonuçlarını ve gereğini yaşamaktadır; farkında olsa da, olmasa da! Bu, yaptıklarının cezasını (yani karşılığını) almasıdır. “Bugün”, “dünün” sonucudur; “yarın” ise “bugün”ün sonuçları yaşanacaktır! “Bugün”, yaşadığın andır! “Yarın” ise yaşadığın anın sonrası! Zerre kadar hayır yapan anında karşılığını alır; zerre kadar zararlı fiil ortaya koyan bunun da anında karşılığını alır. Ancak, alınan bu karşılık, beyindeki alındığı devre itibarıyla, kısa veya uzun zamanda belirgin olabilir! Çünkü ortaya konulan fiilin beyindeki hangi devrelerin faaliyeti sonucu oluştuğu, fiilin feedback şeklinde beyinde nasıl bir geri etkileşim oluşturduğu, ve dahi bu geri etkinin beyinde ne zaman hangi şartlar sonucunda devreye gireceği bizim tarafımızdan bilinemez.
“Kitap (kişinin tüm yaşam bilgisi) ortaya konmuştur! Suçlu durumundakilerin hepsinin, o bilgilerden korkup ürpererek ‘Yandık şimdi! Bu nasıl ‘Kitap’mış (kaydedilmiş bilgi) ki, küçük-büyük demeden tüm düşünce ve yaptıklarımızı kaydetmiş!’ dediklerini görürsün... Ne yapmışlarsa onu hazır bulmuşlardır! Rabbin kimseye zulmetmez.” (18.Kehf: 49)
“Kaydedilmiş sayfaları açıldığında...”(81.Tekviyr: 10)
“Kim bir zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür. Kim de bir zerre ağırlığınca bir şerr yaparsa, onu görür.” (99.Zilzâl: 7-8)
(5) Her birim için sonsuza kadar sadece yapabildikleri ve yapabildiklerinin sonuçları söz konusudur. Yapmamış olduğunu veya karşılığından mahrum kalmayı getiren bir yanlışı telâfi edebilecek hiçbir mazeretin geçerliliği yoktur.
“İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır!” (53.Necm: 39)
(6) Sistemde geçmişin telâfisi yoktur! Sistemde oluşlar sürekli bir ileriye gidişi oluşturduğundan ve yaşanılan hiçbir an’ın tekrarı söz konusu olmadığından geriye, DÜNE dönmek de imkânsızdır. Dolayısıyla geçmişin telâfisi yoktur! Yalnızca, yaşanılan an’ın değerlendirilmesi söz konusudur! Geçmiş geçmiştir! Geçmişin (ve dahi namazın) kazası da olmaz!
“Eğer o ikisinde (semâlar ve arz) Allâh’tan başka tanrılar olsaydı, elbette o ikisi de düzenini yitirirdi! Arş’ın Rabbi Allâh, onların vasıflamalarından münezzehtir. Yaptığından soru sorulmaz! Onlar sorgulanır (yaptıklarının sonucu yaşatılır)!” (21.Enbiyâ’: 22-23)
(7) Burada basîreti açılmayan, ölüm denen dönüşümden sonra ebediyen kör kalır!
“Kim bu dünyada âmâ (hakikati göremeyen) ise o, gelecek sonsuz yaşamda da âmâdır (kördür)!” (17.İsra’: 72)
(8) İsmi “ALLÂH” olan, bu konuda yeterli bilgiye ve tefekküre sahip olmayanların sandığı gibi, uzayda bir gezegende yaşayan bir tanrı olmadığı için bir gün tanrının karşısına geçip neden türünden soru sormak da kesinlikle mümkün değildir!
(9) İnsan, sonsuz yaşama dönük ne elde etmek istiyorsa, Dünya’da iken bunun gereklerini yapma ve ruhuna bunu yükleme şansına sahiptir. “Ölüm” denen “boyut değiştirme” sonrası, ibadet denen beyin geliştirme çalışmaları söz konusu değildir. Ölümle buna dayalı tekâmül yolu da kapanır! Dolayısıyla yaşam, ibadet denen beyindeki Allâh isimlerine dayalı özellikleri açığa çıkarmak için tek ve eşi bir daha gelmeyecek yegâne şanstır. Bahanesi veya mazereti ne olursa olsun bunu değerlendirmeyen sonuçlarını ebeden değiştiremez!
“Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde dedi ki: ‘Rabbim beni (dünya yaşamına) geri döndür. Tâ ki (önemsemeyip) uygulamadığım şeylerde (iman üzere yaşamda, kuvveden fiile çıkarmadıklarımda) sonsuz geleceğime yararlı çalışmalar yapayım!’... Hayır (geri dönüş asla mümkün değil)! Öyle bir şey söyler ki geçerliliği yoktur (sistemde yeri yoktur)! Arkalarında yeniden bâ’s olunacakları sürece kadar, bir berzah (boyutsal farklılık) vardır (geri dönemezler; reenkarnasyon da {ikinci defa dünya yaşamı} mümkün değildir)! Sur’a üflendiğinde (yeni bir bâ’s için süreç başladığında), o gün aralarında nispetler (beşerî, bedendenlikten kaynaklanan mensubiyetler, akrabalıklar, etiketler; dünyada birbirlerini tanımalarını sağlayan görünümleri) olmayacak! Sualleşmezler de (dünyadaki nispetlere/iletişime göre birbirlerini sormazlar da).” (23.Mu’minûn: 99-101)
(10) Her birim, incir içindeki çekirdek ya da spermdeki insan gizliliği gibi, kendisinden sonrakini içinde barındırır içinde bulunduğu boyuta göre. Velev ki, açığa çıkmasa...
(11) İnsanın farkı, kendi semâvatında yükselerek veya özündeki hakikat noktasına urûc ederek beşerî değer yargıları ve duygulardan arınmış bir hâlde, “halife” olmayı başarabilme olanağına sahip olmasıdır!
“‘HÛ’ ki sizi arzda halifeler olarak meydana getiren (hilâfet özelliği; meydana getirilmiştir, yaratılmamıştır. Bu ince ve derin düşünülmesi gereken bir konudur. A.H.)... Kim nankörlük eder (birimsel, bedensel zevkler ve kabuller uğruna halifeliğini örter) ise, onun (hakikatini) inkârı kendi aleyhinedir! Hakikat bilgisini inkâr edenlere bu inkârları Rableri indînde şiddetli gazap yaşatmaktan başka bir şey artırmaz! Hakikat bilgisini inkâr edenlere inkârları hüsrandan başka bir şey eklemez!” (35.Fâtır: 39)
(12) Hedefine ulaşarak yeni bir boyuta sıçrama yapan bir tek spermin yanı sıra, milyonlarcası hedefe ulaşamamanın sonucunu yaşamaktadır ve onlara hiç acıyan da yoktur!
Bu arada bir de ekleme yapalım konumuza, “Sünnetullâh” ile “sünnet-i Rasûlullâh”ı ayrı şeyler diye öğrenmiş olanlar için.
Bazıları Allâh Rasûlü’nü, yetişme şartlanmaları ile “baba” gibi kabul ediyorlar. Hâlâ hiçbir şey anlamış değiller!
“RASÛL”ler birimizin, babası amcası falan değillerdir; ALLÂH Rasûlleri’dir... Tâ o devirlerden beri bu mahalle yaklaşımı ne yazık ki hâlâ devam etmektedir. Bunun ne demek olduğunu düşünemeyenlere zaten bir şey anlatmak mümkün değildir! İşte âyet: