Toprağın Kabul Etmediği Yazıcı
Neccar oğullarından hristiyan olan bir şahıs vardı... Bu şahıs sonraları müslüman olmuştu... Bakara ve Âl-u İmran Sûrelerini okumuş ve kısmen ezberlemişti... Sonraları Efendimiz AleyhisSelâm’ın vahiy katipliğine başladı...
Sonra bir gün tekrar irtidat edip İslâm’dan döndü ve gene hristiyan oldu... Hristiyanlığı kabul ettikten sonra;
− Ben Muhammed’e gelenleri bilirim. Ben ne dersem, o olur... O’nun yazdırdıkları benim yazdıklarımdan istediklerimdir... diye konuşmaya başladı... Bu durumda da çok geçmeden öldü...
Efendimiz AleyhisSelâm onun ölüm haberini alınca buyurdu:
− Onu yer kabul etmeyecektir!..
Bundan sonra hristiyanlar kendi âdetlerine göre merasim yapıp gömdüler... Fakat ertesi sabah görüldü ki bu adamın cesedi toprağın üzerine çıkmıştı!..
Hristiyanlar bu müslümanların işidir, diyerek adamın cesedini tekrar toprağa ve çok daha derine gömdüler... Ertesi sabah kalkındığında bu adamın cesedi gene toprağın üzerine çıkmıştı!..
Herkes bu işe çok şaştı... Gene müslümanların işidir, denildi ve bu defa üç adam boyu derine gömüldü... Fakat ertesi sabah kalkındığında görüldü ki bu adamın cesedi gene toprağın üzerine atılmış.
− Bu Muhammed ve ashabının işidir!.. Aralarından çıktığı için ona bu işi yapmışlardır. Kefenini soyup cesedini öylesine ortaya atmışlar... diyerek bu defa artık bir gecede yeniden kazılamayacak kadar derin bir mezar kazıp içine koydular...
Fakat buna rağmen ertesi sabah kalkındığında o adamın cesedini kefensiz olarak tekrar toprağın üzerine atılmış bir hâlde buldular...
O zaman artık ikna oldular ki, bu müslümanların, yahut insanların işi değildir... İlâhî bir iştir...
Toprak, böylesine iftirada bulunan bir kişinin cesedini içine kabul etmemişti...
Hicretin ikinci yılına erişilmişti. Bu zaman zarfında Mekkeliler bir yandan İslâm’ın yayılmasına engel olmak için elinden gelen gayreti harcarken, diğer taraftan da mali imkânlarını genişletmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı...
Nitekim bu gaye ile o zaman için son derece büyük bir rakam olan elli bin dinar sermayesi bulunan bin develik bir kervan Mekke’den Şam’a gönderilmişti... Ebu Süfyan kumandasında Şam’a gönderilen bu kervan çok iyi iş yapmıştı...
Ancak iş şimdi daha da tehlikeli bir durum almıştı. Müşriklerin, müslümanlara Hac yolunu tıkamasından dolayı, müslümanların da kendilerine bir misilleme yaparak, karşılarına çıkacağından son derece korkuyor ve bunun için çeşitli tedbirler düşünüyorlardı...
Bu sebeple kervana yetmiş kişilik bir muhafız heyeti alınmıştı... Buna rağmen bilhassa Bedir mevkine yaklaştıklarında iyice korkmaya başlamışlardı... Zira, bu mevki, müslümanların kendilerinin yolunu kesmeleri ve mallarını yaptıklarına karşılık ellerinden almaları son derece imkân dâhilinde idi.
Medine’de bulunan müslümanlar da bu kervandan haber aldı... Hatta kervanın dönüş gününü dört gözle bekliyordu... Zira, bu kervan vurulduğu takdirde o devrin en büyük hâdisesi olacaktı...
Mekkeli olup da beş dirhemi bulunan her kişi dahi bu kervana iştirak etmiş, âdeta Mekke’nin bütün sermayesi bu kervana yatırılmıştı... Kervana vurulacak bir darbe, Mekkeli müşriklerin müslümanlara yaptıklarının çok iyi bir cevabı olacaktı... İşte bu sebeple müslümanlar kervanı vurmaya çok azîmliydi...
Ramazan ayının sekizinci günü Efendimiz AleyhisSelâm beraberinde üç yüzü aşkın müslüman olduğu hâlde Medine’den çıktı... Beraberlerinde iki at ve yetmiş deve bulunuyordu... Sefere katılanların çok büyük bir kısmı kervan üzerine hareket edildiğini zannediyorlardı... Hatta bu yüzden bazı Medineli müslümanlar sefere katılmamışlardı bile... Zira kervana yapılacak bir sefer için bu kuvvet çok güçlü idi ve bu sebeple de kendilerin ayrıca sefere iştiraklarına ihtiyaç yoktu...
Hazreti Osman (r.a.) hasta olan hanımına bakma ihtiyacının hâsıl olması sebebiyle Bedir seferine katılamamıştı. Bu sefere katılanların pek azı ise isteksiz olarak katılmışlardı... Sebebi de seferin kervan üzerine yapılmasını istemeleri idi... Onların kafasına göre, müslümanların mevcut imkânları, henüz müşriklerle çarpışacak kadar güçlü değildi...
Böyle bir çarpışma, eğer bir de mağlubiyet ile biterse, İslâm’ın tamamen kalkması demek olurdu... Hâlbuki, kervana yapılacak bir sefer ise, çok kuvvetli bir ihtimal ile muvaffakiyet ile neticelenir; böylece de müslümanlar mali imkânlarını kat bekat geliştirebilirlerdi...
İşte böyle bir evveliyattan sonra Rasûlü Ekrem AleyhisSelâm kumandasında ve Hazreti Âli ile Musab bin Umeyr ve Sa’d bin Muaz bayraktarlığında üç yüzü aşkın müslüman yola çıktı...
Dağ yolu üzerinden Mekke canibine doğru yola çıkıldı... Medine’den tahminen bir mil kadar uzaklaşılmıştı ki, kafile Büyütüs Sukya’ya gelmişti... Efendimiz AleyhisSelâm bütün kafileyi durdurdu, dinlendirdi, yemek molası verdi... Ve bu arada da ashabını teker teker görüp, sordu, hâllerini durumlarını inceledi...
Sa’d bin Ebi Vakkas (r.a.)’ın on altı yaşındaki kardeşi Ümeyr (r.a.) da kafilede, onların arasında idi... Efendimiz AleyhisSelâm müslümanları incelemeye başlayınca, Umeyr (r.a.) gözden kaçmak için çeşitli yollar aramaya başladı... Zira Rasûlü Ekrem AleyhisSelâm Efendimiz yaşları küçük olanları ayırıyor ve onları Medine’ye geri gönderiyordu... Sefere çıkarken, kervanı basmaya gidiyor havası vermek için, baştan onların katılmasına müsaade etmişti...
Bu arada Abdullah bin Ömer, Usame bin Zeyd, Zeyd bin Erkam, Rafi bin Hadic, Berc bin Azib, Zeyd bin Sabit gibi yaşı ufak olan birçok kişiyi ayırmıştı... Nihayet sıra Ümeyr’e geldiğinde Efendimiz AleyhisSelâm onun da Medine’ye dönmesini emir buyurdu...
Ümeyr bu durum karşısında ağlamaya başlamıştı...
− Yâ Rasûlullâh, ben Allâh’ın bana şehîdlik nasip edeceğini umduğum için bu gazaya katılmak istiyorum... Ne olur bana mâni olma!.. diye yalvardı...
Efendimiz AleyhisSelâm bir an durdu... Sonra da aralarında kalması için ona müsaade etti...
Zira Ümeyr’in kaderi, onun bu gazaya katılması ve....
Bu inceleme, tetkik safhası ensardan Abdullah bin Amr (r.a.)’a bundan evvelki bir seferi hatırlatmıştı... Ki o sefer yahudiler üzerine yapılmıştı bundan kısa bir süre evvel...
Doğruca Rasûlü Ekrem AleyhisSelâm’ın yanına varıp anlattı:
− Yâ Rasûlullâh, burada durup ashabın durumunu tetkik etmeni ne kadar hayra yordum bilir misin? Bizde vaktiyle buraya, Seleme oğullarına inmiştik ve adamlarımızı gözden geçirmiştik... Silah taşıyabileceklerin durumlarını ve silahlarını tetkik edip, harp edemeyecek kadar küçüklerin durumlarını tespit edip onları aramızdan çıkardık!..
Sonra da Hasike yahudilerinin üzerine saldırmıştık. O zaman, onlar bizden çok çok kuvvetli ve üstün durumdaydı. Buna rağmen biz onları yenmiştik. Daha sonra da bütün yahudi kabileleri bize boyun eğmişlerdi... Şimdi de umarım ki yâ Rasûlullâh,Kureyşlileri de biz öylece yenebileceğiz...
Bundan sonra Efendimiz AleyhisSelâm, Kays bin Sa’sa’yı ötekiler üzerine çavuş tayin edip, mevcudun durumuna dair tekmil istedi... Çocuklar ve savaşamayacak durumda olanlar çıkarıldıktan sonra sayıları birçok rivayetlere göre üç yüz on üç kişi kalmıştı...
Bu arada Şam’dan dönen kervan da Bedir mevkine iyice yaklaşmıştı... Kervan yöneticisi durumunda olan Ebu Süfyan, kervanı Bedir kuyusuna epeyce mesafede durdurmuş ve doğruca kuyu başına gelmişti... O sırada Bedir kuyusunun başında Mecdi bin Amr adında birisi duruyordu. Sordu:
− Sen hiç buralarda Muhammed’in gözcülerinden birisini gördün mü?.. Andolsun ki, Mekke’de yirmi dirhemi olup da, onu ticaret için bize vermemiş bir tek kişi yoktur... Eğer sen onlardan birisini görmüş olup da bizden saklarsan, Kureyş katiyen seni affetmez ve sular kılları ıslattığı sürece seninle hiçbir Kureyşli barışmaz...