Ambargonun Kaldırılması İçin Hareketler
Büyük bir kısım Kureyşli müşriklerin yürüttükleri bu hareket karşısında azınlıkta kalan diğer kısım pek ses çıkartamıyordu.Nihayet günün birinde Hişam bin Amr harekete geçti ve doğruca Zuheyr’in yanına giderek ona sordu:
− Yâ Zuheyr, sen ne biçim adamsın ki, dayılarına karşı yapılan bu hareketlere tahammül edebiliyorsun?.. Onların aç-açıkta bırakılmasına göz yumabiliyorsun?.. Onlar bu durumda olduğu hâlde sen rahatına bakıp, hayatını refah içinde sürdürebiliyorsun? Dayınlar aleyhinde bir anlaşma imzalaman için Ebu Cehil’in seni davetine, icabet ediyorsun!.. Hâlbuki sen Ebu Cehil’i kendi dayıları aleyhine böyle bir şeye davet etse idin, acaba o bunu kabul eder miydi?.. Andolsun ki etmezdi... Bilakis seninle alay edip dönerdi... Öyle ise sen ne diye susup oturuyorsun?
Zuheyr bu sözler karşısında bir zaman ne söyleyeceğini bilemeden susup kaldı... Sonra Hişam’a hak vererek sordu:
− Yâ Hişam; ben tek başıma bir adamım... Tek başıma gelsem ne yapabilirim ki?.. Yanımda birileri daha olsa, elbette bu anlaşmayı bozmak için bir teşebbüse girişirdim...
Hişam bu suale rahatlıkla cevap verdi:
− İşte o adam hazır!..
− Kim o bulduğun adam?..
− Ben!..
Pek yeterli gelmedi bu sayı Zuheyr’e ve istedi bir kişi daha:
− O hâlde bir üçüncü kişi daha bul!..
Hişam bunun üzerine kalkıp kendisine yakın olduğunu bildiği Mu’tim bin Adiyy’e gitti ve ona şöyle hitap etti:
− Yâ Mut’im, şu bir kısım Kureyşlinin sözüne bakarak nasıl oluyor da Abdi Menaf oğullarından iki batın ailenin gözünün önünde helâk edilmesine göz yumuyorsun, şaşıyorum sana!.. Yemin ederim ki ben şahsen imkân bulsam, hemen fesh ederim bu anlaşmayı...
− İyi ama ben tek başıma ne yapabilirim ki?.. Bir kişi daha olsa?..
Hişam hemen atıldı:
− İşte ben varım ya!..
Mut’im pek yeterli bulmadı iki kişiyi:
− Sen bir üçüncü adam daha bul..?
Hişam derhâl üçüncü ismi de ortaya attı...
− Zuheyr bin ebi Umeyye!.. O da bizimle beraber düşünüyor... Mut’im’in gene aklı yatmamıştı pek...
− Bir dördüncü kişi daha bulamaz mısın bize?..
Hişam bundan sonra kalkıp doğruca Ebul Bahteri’nin yanına vardı; öncekilere söylediklerini ona da tekrarladı ve arkadaşından sordu:
− Şimdi sen bu işe razı mısın?.. Ebul Bahteri de ötekilerin sormuş olduğu sual ile karşılık verdi:
− Bu iş, bir iki kişi ile olmaz... Başka adamlar da katılıyor mu bize?.. Hişam saydı katılanları...
Bundan sonra, o gece bir yerde toplanıp ne yapacaklarını kararlaştırdılar... Ertesi günü de ayrı ayrı Kureyş’in toplantı yerine geldiler... İçlerinden bilhassa Zuheyr son derece iyi bir şekilde giyinmiş, ve son derece ağır ve kendisini saydıracak şekilde hareket ediyordu...
Evvela Kâbe’yi yedi kere tavaf etti... Sonra da yanlarına geldi ve ağır bir şekilde konuşmaya başladı:
− Ey Mekkeliler... Biz, en iyi bir şekilde giyinip, yiyip içerken, öte yanda bazı yakınlarımızı birkaç basit meseleden dolayı darlık ve sefalet içinde kıvrandıralım; onlara etmedik azapları bırakmayalım; her türlü alışverişten mahrum bırakalım, bu asla olacak şey değildir!.. Her birimizin uzaktan yakından akrabası olan o kişilerle akrabalık bağlarını koparmakta olan o zulüm ifadesi olan sayfa yırtılmadıkça, asla ben de aranızda oturmayacağım... Böylece bilesiniz!..
Asabi bir hâlde Zubeyr’in bu konuşmasını takip eden Ebu Cehil nihayet dayanamayarak patladı:
− Yalancının birisin işte!.. Asla o anlaşmayı yırtamazsın!..
O sırada Zem’a söze karıştı ve Ebu Cehil’e cevap verdi:
− Esas yalancı ve düzenbaz sensin!.. Zaten biz o anlaşmanın yazılmasına katılmamış ve tasvip etmemiştik...
Derken Ebul Bahteri de söze karıştı:
− Zem’a doğru söylüyor!.. Biz katiyen o anlaşmayı imzalamadık ve hatta tasvip dahi etmedik...
Mut’im de onların sözlerini tamamladı diğer köşeden:
− Andolsun ki ikiniz de doğru konuşuyorsunuz!.. Kim ki dediklerinizin aksini iddia eder, o da yalancının ta kendisidir... Biz o sahifede yazılı olanlardan Allâh’a sığınırız...
Bunlardan sonra Hişam da aynı şekilde söze karışınca, Ebu Cehil diyecek söz bulamadı... Ve şöyle konuştu:
− Siz aranızda anlaşmışsınız... Bu işe evvelden karar vermişsiniz...
Ve bundan sonra yerinden kalkıp gitti...
Bunun üzerine Mut’im bin Adiyy yerinden kalktı, Kâbe’ye gidip orada yenisi yazılmış bulunan anlaşmayı aldı ve oradakilerin gözü önünde parçaladı... Sonra da bu beş kişi evlerine dönüp kılıçlarını kuşandılar ve müslümanların muhasara altında tutulduğu mahalleye gittiler... İçerde bir çeşit hapis tutulanları çıkartıp herkesi yerli yerine bıraktılar...
Böylece tam üç seneye yakın bir zaman alan bu korkunç çileli muhasara sona ermiş oldu...
İşte Efendimiz AleyhisSelâm ile Hazreti Hatice’tül Kübra validemizin servetinin çok büyük bir kısmı, bu devre arasında, müslümanların çilesinin azaltılması için sarf olmuş idi...
Efendimiz AleyhisSelâm bir gün Mekke civarındaki vadilerden birinde dolaşırken, Rükâne adlı birisine rastladı... Rükâne o zamanın en ünlü ve yenilmez pehlivanı olup, bütün müşrikler onunla övünür ve sırtını yere getirecek bir kişinin çıkmamasından dolayı başka kabilelere etmediklerini bırakmazlardı...
Efendimiz AleyhisSelâm, Rükâne’ye hitap etti:
− Yâ Rükâne, seni iman etmeye davet ettiğim Allâh’tan korkmaz mısın?..
− Eğer sözüne inansaydım, elbette korkardım ve sana tâbi olurdum... Ama sana inanmıyorum ki...
Efendimiz AleyhisSelâm bunun üzerine üsteledi:
− Peki seni yenersem, benim sözümün doğruluğuna inanır mısın?..
Bu sözler Rükâne’ye hoş gelmişti... Zira bugüne kadar bir kişi çıkıp da kendisini yere yıkamamıştı... Bol keseden attı...
− Eğer beni yenebilirsen, ben de sana iman ederim!.. Bunun üzerine Efendimiz AleyhisSelâm teklif etti:
− Kalk da güreşelim öyle ise...
Rükâne, Efendimiz AleyhisSelâm’a sarılmak isterken, birdenbire nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde kendini yerde buluvermişti...
Bu durumda Rükâne neye uğradığını anlamadan şaşkın kalakalmıştı...
− Bunu saymam!.. Haydi bir daha yen bakalım!..