Takip
Kureyşli müşrikler, Rasûlü Ekrem ile Hazreti Sıddîk’ın Medine’ye müteveccihen yola çıktıklarını bildikleri için, dört bir civar kabilelere adam çıkarttılar... Her kim, Rasûlü Ekrem ile Hazreti Ebu Bekr es Sıddîk’ı yakalayıp getirirse, ona, her biri için yüzer deveden iki yüz deve mükâfat verileceğini ilan ettiler...
Müdlic oğulları, Mekke’nin sahil tarafı civarında yaşayan kabilelerden biridir. Her kabile gibi onlara da bir haberci gelmiş, fakat onlar bu haber üzerinde durmamışlardı... Cu’şum oğlu Suraka, o kabilenin fertlerinden biridir... O gün de gene diğer günler gibi günlük işlerini bitirmiş, uzandığı yerde yorgunluğunu atmaya çalışıyor...
Fakat bugün ona rahat yok galiba... Şu kan ter içinde gelen atlı, onun yanına doğrulttu atını... Kureyş’ten, bu gelen atlı... Suraka’nın önünde durdurdu atını:
− Hey Suraka!.. Ben, önüm sıra sahile yollanan birkaç yolcu karaltısı gördüm... Öyle sanıyorum ki, bunlar Muhammed ile ashabıdır!
Suraka derhâl intikâl etti vaziyete; o gitmekte olanların Rasûlü Ekrem ile ashabı olduğuna... Fakat bunu Kureyşliye söylemek işine gelmezdi... Zira iki yüz deveyi başkasıyla paylaşmak hiç de hoş değildi...
− Gördüğün karaltılar Muhammed ile ashabı değildir... Sen Ebu Fadl ile arkadaşlarını görmüş olacaksın... Şimdi onlar bizim gözümüzün önünden geçip gitmişlerdi...
Gelen Kureyşlinin, aldığı bu cevap hiç de hoşuna gitmemiş olacak... Yüzünü buruşturdu... Atına şöyle bir vurdu ve hiçbir cevap vermeden gerisin geriye dönüp uzaklaştı, gitti...
Suraka, bir müddet dalgın gözlerle semâyı süzdükten sonra, ağır ağır yerinden kalktı ve evine girdi. Ne yapmak istediğini arkadaşlarına da sezdirmek istemiyor anlaşılan... Bir köşede oturmakta olan cariyesine döndü:
− Atımı al, tepenin arkasına git... Beni orada bekle!.. Dikkat et, kimseye görünme sakın!..
Cariye çevik bir hareketle yerinden kalkarak dışarı çıktı... Gene bir vakit içeride oyalandı Suraka... Sonra uzun parlak kargısını alarak, evin arka tarafından dışarı çıktı ve tepenin arka tarafına yürüdü... Kargısının parıltısı kimsenin dikkatini çekmesin diye yere iyice yakın ve paralel olarak tutmakta... Nihayet atının yanına geldi, seri hareketle üstüne atladı ve cariyesine:
− Haydi sen eve dön... Sakın kimseye de bir şeyden bahsetme!..
Cariye eve yönelirken, o da, atının başını sahil tarafına yöneltip yola koyuldu... Sahil boyunca yukarı doğru uzanan arap atı, çok süratli koşuyordu... Koştu... Koştu... Koşmuyor, adeta uçuyordu, kızıl renkli Arap atı... Nihayet uzaklarda onları gördü... Ne de olsa, develer, at gibi gidemiyordu... Biraz daha gayret verdi Suraka...
Rüzgârın getirdiği hafif bir çıtırdı ile başını çeviren, Hazreti Sıddîk, son hızla koşan bir at üzerindeki adamın, gitgide kendilerine yaklaşmakta olduğunu gördü...
− Anam babam sana kurban yâ Rasûlullâh!.. Bir atlı hızla yaklaşıyor bize!..
Rasûlü Ekrem başını hafifçe doğrulttu:
− Yâ Rabbi, düşür şu arkamızdan geleni...
Kendilerine iyice yaklaşmış olan Suraka’nın atının ayağı aniden yere sürçtü ve kapaklanıverdi!..
Suraka da kendini tutamayıp, kumların üzerine seriliverdi!.. Fakat düşmesiyle kalkması bir oldu... Bir an durdu... Aklına fala bakmak geldi!..
Araplar arasında yaygın bir âdetti fala bakmak!.. Bir iş yapacakları zaman, yanlarında taşıdıkları ufak deri kılıfı çıkarırlar ve onun içinde bulunan iki oktan birini, görmeksizin rastgele seçerlerdi... Birinin üzerinde “Neam=Evet”, diğerinin üzerinde “Lâ=Hayır”, oklardan hangisi ellerine gelirse, ona göre o işin olup olmayacağına karar verirler ve o işi yaparlar veya yapmazlar... O devrin garip âdetlerinden biri idi, işte bu da...
Suraka da hemen elini kemerinin altına sokup içinden fal torbasını çıkardı ve içinden rastgele bir ok seçti... Şöyle düşünmekteydi:
− Acaba Muhammed’le ashabına zarar verebilecek miyim?..
Çıkan okta şu yazılı idi: “Lâ=Hayır”...
Hiçte hoşlanmadı bundan Suraka... Tekrar atına atladı... Kararsızdı... Bir an durakladı...
Sonra aniden atına vurdu...
− Yeahhh!..
Kızıl at, öndekileri takibe başlamıştı yeniden... Epeyce uzaklaşmış olmalarına rağmen, ara gittikçe kapanıyor, Suraka yaklaştıkça yaklaşıyor, yaklaşıyor, yaklaşıyordu... Nihayet öylesine yaklaştı ki, Rasûlü Ekrem’in bir şeyler okumakta olduğunu işitmeye başladı...
Rasûlü Ekrem hiç arkasına bakmamasına mukabil Hazreti Sıddîk, sık sık başını çevirip bakıyordu...
Bir şeyler olmalıydı... Oldu da!.. Aniden bir mucize oldu!.. Suraka’nın atının ön iki ayağı, kumların içine batmaya başladı!.. Gitgide artmaktaydı bu batış!.. Atın ön ayakları diz kapaklarına kadar gömüldü kumun içerisine...
Suraka kendini daha fazla tutamadı atın üzerinde ve yere düştü... Yumuşacık kumların üstünden, hemencecik ayağa kalktı ve hayvanı da kurtarmak için çabalamaya başladı... Bir yandan o hayvanı kurtarmaya çalışıyor, bir yandan da hayvan kendisini kurtarmaya uğraşıyor, fakat hiçbir netice alamıyordu...
Ne büyük bir hikmetti bu!..
Ellerini attan çektiği anda, hayvan bütün gücüyle bir kere daha debelendi... Kurtuluş!.. Atın ayakları kumdan kurtuluverdi bu debelenişle...
Fakat aynı anda da, biraz evvel ayaklarının batmış olduğu iki ayak yerinden göğe doğru, ateş dumanı gibi bir duman, yükseldi ve kayboldu!..
Büsbütün canı sıkıldı Suraka’nın... Elini ikinci defa fal torbasına attı. Gene suali aynı idi:
− Acaba Muhammed’le ashabına zarar verebilecek miyim?..
Çıkan oktaki cevap da aynı idi... “Lâ=Hayır”...
Zaten canı sıkılmış iken, üstelik bir de bu cevap ikinci defa tekrar edince, büsbütün asabı bozuldu...
− Yâ Muhammed!.. Yâ Muhammed!.. Ben pes ediyorum!.. Durun!.. diye bağırmaya başladı... Onun sözlerini duyan Rasûlü Ekrem devesini durdurttu...
Suraka da atına atlayarak onların yanına geldi...
− Ben Cu’şum oğlu Malik’in evladı Suraka’yım... Emin olun ki, ne şimdi, ne de bundan sonra, size benden bir kötülük gelmeyecektir!.. Nasıl ki bundan evvel benden hoşlanmadığınız bir hâl zuhur etmediyse...
Kureyş’in vadettiği mükâfatı ve onlara yapmak istediklerini anlattı ve onlara sonra:
− İleride yolda sürüler göreceksiniz... Onlar benim sürülerimdir... Bu oku da alın, benim alâmetimdir... Onları gördüğünüzde dilediğiniz kadarını alın...
− İstemem, lazım değil yâ Suraka!.. buyurdu, Rasûlü Ekrem...
O zaman Suraka:
− Öyle ise, beni himayene aldığına dair, bir şey yaz da, ver bana!.. dedi.
Rasûlü Ekrem de Amir’e dönerek, Suraka hakkında bir amannâme yazmasını emretti... O da bir deri parçası üzerine istenileni yazarak Suraka’ya verdi...